28 Ocak 2014 Salı

Feminist-Vejetaryen Bir Etik: Carol J. Adams Röportajı

 

Carol Adams ev içi şiddet ve hayvan hakları savunuculuğu konularında ciddi çalışmaları bulunan ekofeminist bir teolog, bir yazar ve bir aktivist.

 The Witness: Hayvanların zulme uğramasıyla kadınların ve diğer insanların ezilmesi arasındaki bağlantıya nasıl bakıyorsunuz?

Carol Adams:  Öncelikle, biz insan olarak tanımladığımız şey hakkında bir endişe yaşıyoruz, tarihsel bağlamda Batı kültürü bu tanımı çok sıkı şekilde kontrol etmiştir. Uzun zaman boyunca insan dendiğinde beyaz erkekler anlaşılıyordu. Feminist bir tarihçi Amerikan devriminin ardından gelen süreyi kadınlar için çok travmatik bir dönem olarak gördüğünü söylemişti; çünkü insan haklarının gelişmesi ile ilgili konuşmaya devam edilirken kadın hakları o dönemde geriliyordu aslında. İnsan erkek olarak tanımlanıyordu ve örtük olarak da insanın beyaz olduğu kabul ediliyordu.

İnsan tanımını genişletmeye çalışan hareketler var; çünkü bir şey eğer insana ait olarak ya da insan olarak tanımlanmayınca ciddiye alınmamak gibi bir durum söz konusu- istismar edilebilir- yanlış kullanılabilir. “feminizm kadınların insan olduğuna dair radikal bir nosyondur” şeklindeki cümleyi görünce işte bu cümleye katılamıyorum. Kadınları da içine katmak amacıyla insanı yeniden tanımlamak istemiyorum. İnsan tanımını problematize etmek istiyorum, özellikle de bu hiyerarşide  bir Tanrı, biz insanlar  ve diğer herkesin bulunduğu bu teolojik görüşü problematize etmek istiyorum. İkinci olarak; amaçlar araçları meşrulaştırır nosyonunu kabul edemeyiz. Ve bana göre hem et yemek hem de diğer insanların ezilmesi meşrulaştırılıyor ; çünkü nihai sonuçta elde edilen şey, insanların istedikleri bir şey .

Kitabımda “görünmez gönderge” yapısından söz ediyorum, yani hayvanların öldürülmeleri sebebiyle et yeme eyleminde görünmez hale getirildiğini söylüyorum. Hayvanlar kavramsal bağlamda da görünmez bir hâle sokuluyorlar- insanlar ölü bir inek yediklerini, katledilmiş bir kuzu yediklerini, boğazlanmış bir domuz yediklerini birilerini kendilerine hatırlatmasını istemiyorlar. İşte o zaman görünmez gönderge boşlukta serbest serbest dolaşan birşeye dönüşüyor. Örneğin; et, kadınların başına gelen şeyler için kullanılan bir metafora dönüşüyor. Saygın görülmeyen diğer varlıklar da araç/amaç dikotomisi tarafından eşit şekilde kurban haline getirilebilirler. Üçüncü olarak, ben şiddete karşıyım. Mümkün olan en az zararı verin. Zulüm şiddet gerektirir, şiddet araçlarını gerekli kılar, bu şiddet genelde 3 şey  içerir: 1-canlının nesneleştirilmesi ve böyle o canlının yaşayan, nefes alan, acı çekebilen bir varlık olarak değil bir nesne olarak görülmesinin sağlanması;2- bölümlere ayırma yani canlının bir bütün olarak varoluşu ve varlığının öyle ya da böyle yok edilmesi; 3- ve ardından tüketim- yani ya hayvanların gerçek anlamda tüketilmesi ya da kadının pornografi, fuhuş, tecavüz ve şiddet yoluyla bölümlere ayrılarak tüketilmesi. Bu yüzden istismar etme hakkı yaratan bir yapı görüyorum; çünkü görünmez göndergenin yapısı içerisinde nesneleştirme ve bölümleme durumları kaybolup tüketilen nesne; geçmişi, tarihi, bir biyografisi ve bireyselliği bulunmayan bir “şey” gibi tecrübe ediliyor.

The Witness: Günümüzde bir çok insan, özellikle de çevre hareketinin gelişmesiyle beraber hayvanlara ya da dünyaya yanlış davranmamamız gerektiğini söylüyor- ama bu insanlar besin zincirini ya doğal ya da ilahi bir düzen olarak görüyor.

Carol Adams:  Galiba dini çemberler içerisinde  iki sorunla karşı karşıya kalıyoruz hep. Et yemek hem doğallaştırılmış hem de ruhanileştirilmiştir.  Bu söylediğim şey Amerikan Din Akademisi’nde aynen meydana geldi. Biz hayvanlarla ilgili panelimizi seneler önce düzenledik. Oradaki insanlardan duyduğum argümanlarla –yani akademisyenlerden gelen argümanlarla- burada teksas’taki radyo istasyonlarındaki insanlardan duyduğum argümanlar aynıydı. Söz konusu hayvanlar olunca düşünce düzeyi oldukça basit kalıyor.

Et yemek doğallaştırılıyor. Burada cevap vermemiz gereken 2 şey var: birincisi, biz insanlar hayvanlardan farklı  olduğumuz için hayvan yiyoruz, böyle söyleniyor- sonra ansızın bu hayvanları yemeyi meşrulaştırmamızdaki ölçü diğer hayvanların da hayvan yemesi oluyor. Birdenbire tutarsızlaşıyoruz. İkinci olarak- ki bence bu ataerkil kültürün bir parçası- bizler kültürümüzde etoburları sadece sembolik olarak yüceltmiyoruz, en tepedeki etçilleri yüceltiyoruz- yani diğer etçilleri yiyen etçilleri yüceltiyoruz. Çoğu et yiyici, otçuldur. İnsanlar iyi bir örnek- biz inek, kuzu vb yiyoruz. Ama kültürel mitolojide aslanları ve kartalları yüceltiyoruz- bu hayvanlar aslında bizden daha etçil hayvanlar. Gerçek şu ki; hayvanların % 6’sından azı gerçekten etçil. Etrafımızda etçil örneklerin çokluğu araya giriyor- doğa gösterileri etçili öne çıkarıyor hep- diğer hayvanların nasıl öldüğüne dair bulanık bir görüntü var elimizde. Çoğu hayvan etçil tarafından yendiği için filan ölmüyor.

Bazı insanlar var –ekologlar, çevreciler- ve bu insanlar “ben herşeyi kullanmak istiyorum ve hayvana kendini kurban ettiği için teşekkür ediyorum “ vb. şeyler söylüyor. Sanırım bu da Hristiyanlığın karşı çıkmadan kabul ettiği türden bir kurban dili, işte bu dili kullanmaya yönelik bir eğilim söz  konusu. Ama belki de kurban olma sırası bizdedir. Neden bunca seneler boyunca insanlara kendini kurban edenler hep hayvanlar oldu? Belki artık insanların da onları yemeyerek kendilerini hayvanlar için kurban etmesinin zamanıdır. İkinci olarak, hayvanların kurban olmak istediklerini nereden biliyoruz- hele de bu argüman bir avcıdan geliyorsa? Onlar hayvanlarla doğal bir ilişki kuruyorlar -bunu suistimal ediyorlar. Hayvanlarla yürütülen bütün doğal ilişkiler içinde dominant kültüre getirilenler zaten yapmakta olduğumuz şeyleri meşrulaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. Hayvanları yemeyen bir çok yerli kültür var.

Eğer doğallaştırma işe yaramazsa  o zaman ilahileştirme giriyor araya: bize hakimiyet gücü verildi, bizler diğer hayvanlar gibi değiliz. Ama o hakimiyet ne ki? İnsanlar değişmek istemediği için ruhanileşiyor, ve doğallaştırıyorlar- bambaşka bir argümanı da böyle doğallaştırabilir ya da ruhani bir boyuta taşıyabilirsiniz.

The Witness:  Hayvan haklarından çok bir şefkat etiği savunuyorsunuz. Farkı ne?

Carol Adams:  Hayvan hakları diliyle  ilgili rahatsızlığım, bu dilin erkek/insan ve diğer herkes arasındaki farkı ortaya koyan aynı felsefe çerçeve  içerisinde ortaya çıkıyor oluşu. Evrensel haklar  Aydınlanma dönemi insanının bir nosyonudur, bu insan herkesten ayrı özerk bir kişidir. Aslında kimse özerk değildir. İlk öğrendiğimiz şeyleri hep bir ilişki içerisinde  öğreniriz. Yürümeyi, konuşmayı ilişkiler içinde  öğreniriz. Bu yüzden şefkat etiği temel hakların temel edindiği bu özerk insan nosyonunu eleştirir.

Ancak ikinci olarak, hayvan hakları dili sadece duygusal olmaması  değil erkekçi olmadığını ispat etme  ihtiyacıyla da ortaya çıktı. Hayvanlardan dolayı üzülmüyoruz, o kadar da üzücü değil bu- yapılması gereken şey bu. Ve bazılarımız öne  çıkıp hayır, bu üzücü bir şey dedi bize. Üzülmek meşru bir bilgi biçimidir. Tavukların gagalarının koparılması ya da yavru danaların annelerinden doğumdan  daha 24 saat geçmeden koparılması karşısında hissettiğimiz öfkeye ve diğer duygulara neden güvenmiyoruz? Öfke ve şefkat neden insan olarak kim olduğumuz konusunda bizi gerçek anlamda bilgilendirmesin ki?

İnsanlar gelip “kadınlar erkeklerden daha çok umursuyor diyorsunuz” diyorlar bana. Hayır, biz erkek tanımlı bir düşünce biçiminin kadın tanımlı bir düşünme ve yanıt verme biçimini ezdiğini söylüyoruz.

The Witness:  Argümanınızın bir kısmı yediğimiz hayvanlardan kendimizi dışladığımız ; hayvanı görmüyoruz; çünkü onu “ete” dönüştürdük. Ama başka bir argüman daha var, bu argümana göre esas mesele çiftçilikten ve mesela bu sebeple topraktan kopmuş olmamız; diğer doğal gerçekliklerden kopmuş olmamız ve eğer bu meseleyi düşündüğümüzde kendimizi kötü hissediyorsak o da duygusallık gibi geliyor bize; çünkü avcılar ve çiftçiler kendilerini kötü hissetmiyor. Erkek hareketindeki bazı insanlar dışarı çıkıp bir ritüel olarak geyik  öldürmeleri gerektiğini hissetmişlerdi.

Carol Adams:  Duygusal olmanın nesi kötü? İşte gene şefkat etiğine dayanıyor olay. Belki de ihtiyacımız olan şey, duygudur. Eğer sizi huzursuz yapan bir şey varsa belki de yapmanız gereken şey kültürün size söylediği şeye duygularınızı adapte etmeniz değildir, belki de kültürü duygularınızın size söylediği şeye adapte etmelisiniz. Ben çiftçi bir ailede büyüdüm. Çocukken hayvanların öldürülüşünü izlerdim. Kız kardeşim ölü domuzları sıcak suya batırma iznini koparmkıştı, gotik bir hayranlık söz konusuydu. Sonra eve gidip et yerdim-tamamen kopmuşluk söz konusuydu. Bizi çekiyordu; ama ötekiler ötekiydi, o hayvanlar nesneye dönüştürülmüş canlılardır. Şiddet dolu bir süreç bu- çoğu hayvan öylesine  öldürülmüyor çiftliklerde, dehşet verici bir şekilde katlediliyorlar.

The Witness:  Vejetaryenizmi ruhsal bir yol olarak nasıl algılıyorsunuz?

Carol Adams: Benim açımdan mümkün olan en az zararı vermek ruhsal bir yoldur, içinde tutarlılık olan bir yoldur. İnsanlar etten vazgeçerek kendilerine zarar vereceklerini düşünüyor- çevreyle, insanın sağlığı ve refahıyla  ilgili noktaları birleştirmelerine engel olan koruyucu bir doğa söz konusu. İnsanlar değişimi isteyerek ruhsal bir yola çıktıklarını düşünseler büyük faydası olabilir onlara, sadece ne yiyeceğimizi düşünmeleri gibi en temel seviyede bile olsa bu çaba. Ruhsal hayat bolluk dolu bir hayat ama et yemek söz konusu olunca et yiyen insanlar sıkıntı yaşayacakların sanıyor. Veganların yapabileceği en önemli şey, bereket ve bolluk dolu bir hayat yaşamaktır.

Kaynak: http://hayvanozgurlugucevirileri.com/2011/11/02/feminist-vejetaryen-bir-etik-carol-j-adams-roportaji/

Feminist-Vejetaryen Bir Etik: Carol J. Adams Röportajı (Eylül 2002/The Witness, çeviren Cem)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder