Anne sembolik sistemimizde tek, biricik ve yerine başka hiç kimsenin alamayacağı bir varlıktır. Tekil, mutlak, yerinden edilemez olan Bir... İşte annenin çocuklar üzerindeki iktidarının, egemenliğinin, gücünün kaynağı da budur. İnsanı deli eden bir yanı vardır bu konumun. Derrida Ötekinin Tekdilliği’nde şöyle yazar: “...herşeyin yerine bir başkasının koyulabildiği bir sistem de, biricik olanın yerinden edilmesinin asla mümkün olmadığı bir sistem kadar delirticidir” (Derrida, 1996, 107). Annenin gücünün, ailenin içindeki ve dışındaki somut iktidar ilişkileri ağında ne kadar etkili olduğu sorusundan bağımsız bir meseledir bu. Anne babaya kıyasla zayıf ve etkisiz bir güç, toplumsal ilişkiler ağında belirleyici olma, insiyatif kullanma imkânından büyük ölçüde yoksun bir kişi olabilir. Bu zayıflık, etkisizlik veya insiyatif kullanmadan yoksunluk, onun edinmiş olduğu mutlak, biricik ve yerini başkası alamaz bir biçimde işgal ettiği konumu kaybetmesine sebep olmaz. Peki neden mutlak ve biriciktir o? Bedene ilişkin tıp teknolojisinin gelişmelerine göre henüz kendi kendisini yenileyememiş ve belki de kolay kolay değişemeyecek kadim bir kavrayışa göre, anne babadan farklıdır çünkü anne biyolojik ve toplumsal bir kesinlikle annedir. Şu veya bu babanın biyolojik baba oluşu DNA testlerinin yapılamadığı insanlık tarihi boyunca salt bir varsayımdan ibaret iken, annenin anneliği toplumsal bir olgu olarak tespit edilebilirdir. Annelik gözlerden özellikle gizlenmediği sürece “işte şu çocuk işte bu kadından doğmuştur” denebilir. Akıl yürütme ve tahmin gerektirmeyen, şüpheye mahal vermeyen bir durum vardır ortada. Ne var ki, bu durum annenin biricikliğini açıklamaya yetmez, zira doğum ne çıplak, doğal bir olgudur ne de tarih içinde bir anlam ifade eder. Önemli olan anne ile çocuğun ilişkisinde, anne ve çocuk açısından bu biricikliğin nasıl anlam ifade ettiği, toplumsal ve tarihsel olarak ne iş gördüğüdür.
Psikanalize göre anne çocuğun ihtiyaçlarını karşılar, ama çocuk ihtiyacın ötesinde annenin mevcudiyetini talep eder. Bu öyle sonsuz bir taleptir ki, anne hiçbir zaman yeterince mevcut değildir, talebe bir türlü karşılık verememektedir. Anne ne yaparsa yapsın, çocuğa yeterince yakın değildir, çünkü arada baba olmasa bile dünya vardır. Çocuğun bu talebinin altında yatan şey ihtiyacının geleceğini güvence altına alma kaygısı olabilir, çünkü annenin çocuğa mevcudiyetini sunamadığı durumlarda çocuk onun yerine ihtiyaçlarını karşılayan bir bakıcıyı pekâlâ koyar. Talebin iç yüzü arzudur; tatmin olmak nedir bilmez, hiçbir somut nesnenin dirdiremediği bir arzu... Asıl talep edilen annenin salt mevcudiyeti ve sunduğu şeyler değil, onun arzusudur. Çocuk annenin herşeyden çok kendisini arzulamasını ister son çözümlemede. O halde, anneye bir türlü sahip olunamadığı için mi anne biricik ve mutlaktır? Hiçbir zaman tatmin edilemeyen bir arzunun nesnesi olduğu için mi? Bu arzu cezalandırılıp (hadım edilme karmaşası içersinde) bastırıldığı için mi anne biricik ve mutlaktır? Nihayetinde başka her aşk nesnesi onun yerini alır ve onun uzak bir yankısından ibaret kalır; çünkü bu ikâme yerine geçtiğinin ilkselliğini silemeyecektir.
Psikanalizi bir yana bırakarak sorabiliriz: Yoksa annenin mutlak biricikliği aile, toplum, ordu, siyaset, devlet eliyle mi oluşturulmaktadır? Kültürler ve toplumlar üstü bir annelik özü nasıl meydana gelir? Anne, kültür aşırı ve evrensel bir biçimde, doğurduğu veya sahiplendiği çocuğa karşı en verici, en fedakârca davranması beklenen kişi olarak kurulur. Çocuk hayatta en çok ona güvenmelidir, çünkü o her zaman çocuğu için en iyi olanı isteyecektir. Çocuğunu kayıtsız şartsız sevdiği için o da evladından sürekli bir sevgi ve saygı görmeyi hak eder. Anne hakkındaki bu bilgiyi aile ortamından, annenin kendisinden ve babadan; toplumdan, okuldan, ordudan, ekonomik sistemden (örneğin Anneler Günü yaklaşırken bizi annemize hediye almaya ikna etmeye çalışan kapitalizmden) öğreniriz. Okulun da bir “anne”si vardır mesela; okula bir anne imgesi musallattır. Okula annemizin kollarındaki bir yaşamdan gideriz, ama okul annenin iktidarıyla işbirliği halindedir; onun da öğrettiği mutlak biçimde sevilesi bir anne imgesi vardır. Anne öyle sevecen, mutlak, biricik, iyi ve fedakardır ki onu tartışmak imkansızdır; ona her türlü itiraz en büyük nankörlük, en affedilmez günahtır. Annemizin sözünü dinlemeliyiz; Annemizin üzülmemesi gerekir: Sanki üzüntü en büyük felâketmiş gibi. Çocuklarımıza şunu öğretseydik keşke: “Lütfen beni üzmemek için bir şey yapmaktan veya yapmamaktan geri kalma. O şeyi yapmak veya yapmamak için gerçek annenden başka gerekçeler bul.” İçimizden konuşan bir sestir bu “Aman annem üzülmesin,” hareketlerimizi sınırlayan en önemli, en derine işlemiş, en içselleşmiş tehdit. “Annemi üzmemeliyim” diye düşünmeye başladığımızda, anonim olan konuşmaya başlar; yabancılaştıran ve ketleyen güçlere teslim oluruz. İşte böyle bir güçle donanan annelik çocuğun hayatını denetlemenin en etkili aracı haline gelir. Hele anne çocuklarını tam manasıyla hayatının merkezi haline getirmiş, kimliğini, hayattaki işlevini ve kaderini “annelik”le tanımlamış bir kadınsa, o zaman çocuğunda kuracağı bir ikinci yaşamı daha çok talep edecektir. Ondan ayrı bir kişilik geliştirme imkânına sahip olmak için çocuğun büyük bir mücadele vermesi şart olur. Anne biricik konumundan aldığı güçle çocuğun kurduğu tüm ilişkilere karışıp, onun üzerinde az çok tam bir denetim kurmayı hedeflediğinde hayat ikisi için de oldukça güçleşir.
Devlet ve ordu da anneliği ve annenin çocukları üzerindeki iktidarını destekler. Siyaset hep ebeveynlerin çocuklarına daha çok sahip çıkmasından, çocukların daha iyi denetlenmesinden bahseder. Gençlik gelir gelmez bu çocuklar asker olarak anavatanın namusunu korumalıdırlar. Bu noktada anne ile devlet karşılıklı olarak birbirini gereksinir ve birbirinin altını oyarlar. Devletin anneye ihtiyacı vardır, çünkü asker verecek olan odur. Annenin de aileyi koruyacak olan devlete ihtiyacı vardır. Tüm bu pazarlık içinde devlet anneyi, anne de devleti rahatsız etme potansiyeli taşır. Devlet ve onun savaşları anneyi rahatsız eder, çünkü evladını kaybeden bir anne için ailenin de artık bir anlamı yoktur. Buna karşın anne de devleti rahatsız eder, çünkü evlâdının yaşamını devlete ve savaşlara tercih eden bir annelik, ailenin tikel çıkarlarını kollayacak bir annelik hiçbir zaman imkân dışı bırakılamaz. Devlet anneliği destekler zira kendi iktidarının bekası için annelerle hep daha sıkı bir işbirliği kurmaya ihtiyacı vardır.
Bu annelik iktidarının karşısına başka bir annelik mefhumuyla çıkmak lazım: Annelik kendi varlığıyla ilgilenmenin ötesine geçerek bir başkasının varlığıyla ilgilenmektir. İşte bu, ilginin yöneldiği evladın bir başkası olmasına izin verebilmek için insanın kendi kendisiyle, toplumla, okulla ve devletle büyük bir mücadeleye girmesi şarttır. Annelik taşımak, bakmak, beslemek, sahip çıkmak, tehlikelerden korumak vb. gibi zor bir meşguliyettir, ama aslında en zoru kendi ayakları üstüde duran bir varlıkla onun üzerinde egemenlik kurmadan bir ilişki kurabilmektir. Neden çok zordur bu? Bir bedende iç içe yaşadıktan sonra, o bir zamanlar bende olan başkadan ayrı olmaya, onun bağımsızlığına nasıl tahammül edebilirim? Beni hiç kimsenin sevmediği kadar seven o varlıktan ve o arzudan vazgeçmek kolay olmadığı için burada bir tahammülden söz ediliyor. Aynı bedendeliğin unutulmaz hatırası, mutlak bağımlılığın, bir insanın tamamen benim hayatımın bir parçası olmasının bana verdiği güç, hayatın böylece “anlamı”na kavuşması... İnsanın bedeninin, yaşamının bir parçası ondan hiç bağımsız olabilir mi? Bu benim bölünmem, yarılmam, parçalanmam demek olmayacak mı? Annelik insanın kendi vücudundan bir parçanın gittikçe bağımsızlaşmasına ve bu vücudu itmesine tahammül etmek ve rıza göstermek için kendi kendiyle sürekli bir biçimde mücadele etmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla çok tuhaf bir his. Bu hissi yaşarken hem annelik söylemlerine karşı dikkatli olmamız hem de zor duyguları yaşama sabrına sahip olmamız gerekiyor.
Kaynak: http://www.amargidergi.com/node/69
Psikanalize göre anne çocuğun ihtiyaçlarını karşılar, ama çocuk ihtiyacın ötesinde annenin mevcudiyetini talep eder. Bu öyle sonsuz bir taleptir ki, anne hiçbir zaman yeterince mevcut değildir, talebe bir türlü karşılık verememektedir. Anne ne yaparsa yapsın, çocuğa yeterince yakın değildir, çünkü arada baba olmasa bile dünya vardır. Çocuğun bu talebinin altında yatan şey ihtiyacının geleceğini güvence altına alma kaygısı olabilir, çünkü annenin çocuğa mevcudiyetini sunamadığı durumlarda çocuk onun yerine ihtiyaçlarını karşılayan bir bakıcıyı pekâlâ koyar. Talebin iç yüzü arzudur; tatmin olmak nedir bilmez, hiçbir somut nesnenin dirdiremediği bir arzu... Asıl talep edilen annenin salt mevcudiyeti ve sunduğu şeyler değil, onun arzusudur. Çocuk annenin herşeyden çok kendisini arzulamasını ister son çözümlemede. O halde, anneye bir türlü sahip olunamadığı için mi anne biricik ve mutlaktır? Hiçbir zaman tatmin edilemeyen bir arzunun nesnesi olduğu için mi? Bu arzu cezalandırılıp (hadım edilme karmaşası içersinde) bastırıldığı için mi anne biricik ve mutlaktır? Nihayetinde başka her aşk nesnesi onun yerini alır ve onun uzak bir yankısından ibaret kalır; çünkü bu ikâme yerine geçtiğinin ilkselliğini silemeyecektir.
Psikanalizi bir yana bırakarak sorabiliriz: Yoksa annenin mutlak biricikliği aile, toplum, ordu, siyaset, devlet eliyle mi oluşturulmaktadır? Kültürler ve toplumlar üstü bir annelik özü nasıl meydana gelir? Anne, kültür aşırı ve evrensel bir biçimde, doğurduğu veya sahiplendiği çocuğa karşı en verici, en fedakârca davranması beklenen kişi olarak kurulur. Çocuk hayatta en çok ona güvenmelidir, çünkü o her zaman çocuğu için en iyi olanı isteyecektir. Çocuğunu kayıtsız şartsız sevdiği için o da evladından sürekli bir sevgi ve saygı görmeyi hak eder. Anne hakkındaki bu bilgiyi aile ortamından, annenin kendisinden ve babadan; toplumdan, okuldan, ordudan, ekonomik sistemden (örneğin Anneler Günü yaklaşırken bizi annemize hediye almaya ikna etmeye çalışan kapitalizmden) öğreniriz. Okulun da bir “anne”si vardır mesela; okula bir anne imgesi musallattır. Okula annemizin kollarındaki bir yaşamdan gideriz, ama okul annenin iktidarıyla işbirliği halindedir; onun da öğrettiği mutlak biçimde sevilesi bir anne imgesi vardır. Anne öyle sevecen, mutlak, biricik, iyi ve fedakardır ki onu tartışmak imkansızdır; ona her türlü itiraz en büyük nankörlük, en affedilmez günahtır. Annemizin sözünü dinlemeliyiz; Annemizin üzülmemesi gerekir: Sanki üzüntü en büyük felâketmiş gibi. Çocuklarımıza şunu öğretseydik keşke: “Lütfen beni üzmemek için bir şey yapmaktan veya yapmamaktan geri kalma. O şeyi yapmak veya yapmamak için gerçek annenden başka gerekçeler bul.” İçimizden konuşan bir sestir bu “Aman annem üzülmesin,” hareketlerimizi sınırlayan en önemli, en derine işlemiş, en içselleşmiş tehdit. “Annemi üzmemeliyim” diye düşünmeye başladığımızda, anonim olan konuşmaya başlar; yabancılaştıran ve ketleyen güçlere teslim oluruz. İşte böyle bir güçle donanan annelik çocuğun hayatını denetlemenin en etkili aracı haline gelir. Hele anne çocuklarını tam manasıyla hayatının merkezi haline getirmiş, kimliğini, hayattaki işlevini ve kaderini “annelik”le tanımlamış bir kadınsa, o zaman çocuğunda kuracağı bir ikinci yaşamı daha çok talep edecektir. Ondan ayrı bir kişilik geliştirme imkânına sahip olmak için çocuğun büyük bir mücadele vermesi şart olur. Anne biricik konumundan aldığı güçle çocuğun kurduğu tüm ilişkilere karışıp, onun üzerinde az çok tam bir denetim kurmayı hedeflediğinde hayat ikisi için de oldukça güçleşir.
Devlet ve ordu da anneliği ve annenin çocukları üzerindeki iktidarını destekler. Siyaset hep ebeveynlerin çocuklarına daha çok sahip çıkmasından, çocukların daha iyi denetlenmesinden bahseder. Gençlik gelir gelmez bu çocuklar asker olarak anavatanın namusunu korumalıdırlar. Bu noktada anne ile devlet karşılıklı olarak birbirini gereksinir ve birbirinin altını oyarlar. Devletin anneye ihtiyacı vardır, çünkü asker verecek olan odur. Annenin de aileyi koruyacak olan devlete ihtiyacı vardır. Tüm bu pazarlık içinde devlet anneyi, anne de devleti rahatsız etme potansiyeli taşır. Devlet ve onun savaşları anneyi rahatsız eder, çünkü evladını kaybeden bir anne için ailenin de artık bir anlamı yoktur. Buna karşın anne de devleti rahatsız eder, çünkü evlâdının yaşamını devlete ve savaşlara tercih eden bir annelik, ailenin tikel çıkarlarını kollayacak bir annelik hiçbir zaman imkân dışı bırakılamaz. Devlet anneliği destekler zira kendi iktidarının bekası için annelerle hep daha sıkı bir işbirliği kurmaya ihtiyacı vardır.
Bu annelik iktidarının karşısına başka bir annelik mefhumuyla çıkmak lazım: Annelik kendi varlığıyla ilgilenmenin ötesine geçerek bir başkasının varlığıyla ilgilenmektir. İşte bu, ilginin yöneldiği evladın bir başkası olmasına izin verebilmek için insanın kendi kendisiyle, toplumla, okulla ve devletle büyük bir mücadeleye girmesi şarttır. Annelik taşımak, bakmak, beslemek, sahip çıkmak, tehlikelerden korumak vb. gibi zor bir meşguliyettir, ama aslında en zoru kendi ayakları üstüde duran bir varlıkla onun üzerinde egemenlik kurmadan bir ilişki kurabilmektir. Neden çok zordur bu? Bir bedende iç içe yaşadıktan sonra, o bir zamanlar bende olan başkadan ayrı olmaya, onun bağımsızlığına nasıl tahammül edebilirim? Beni hiç kimsenin sevmediği kadar seven o varlıktan ve o arzudan vazgeçmek kolay olmadığı için burada bir tahammülden söz ediliyor. Aynı bedendeliğin unutulmaz hatırası, mutlak bağımlılığın, bir insanın tamamen benim hayatımın bir parçası olmasının bana verdiği güç, hayatın böylece “anlamı”na kavuşması... İnsanın bedeninin, yaşamının bir parçası ondan hiç bağımsız olabilir mi? Bu benim bölünmem, yarılmam, parçalanmam demek olmayacak mı? Annelik insanın kendi vücudundan bir parçanın gittikçe bağımsızlaşmasına ve bu vücudu itmesine tahammül etmek ve rıza göstermek için kendi kendiyle sürekli bir biçimde mücadele etmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla çok tuhaf bir his. Bu hissi yaşarken hem annelik söylemlerine karşı dikkatli olmamız hem de zor duyguları yaşama sabrına sahip olmamız gerekiyor.
Kaynak: http://www.amargidergi.com/node/69
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder