27-29 Ağustos 2016
Akyaka/ Muğla
Sevgili dostlar,
Bu yıl da
eril-karnist tahakküme karşı vegan-feminist tahayyül arzusuyla II. Vegan
Feminist Yaz Kampımız için Muğla/ Akyaka’da buluştuk. Kampa Çanakkale,
Bursa, Ankara, İstanbul, Antalya, İzmir ve Muğla’dan 26 kişi katıldı. Pek
çoğumuz birbiriyle ilk kez karşılaştığından ilk olarak bir tanışma çemberi
oluşturduk. Tanışırken kamp süresince atölye çalışmalarımızda bize yordam sunması
için hassasiyetlerimizi ve üslup beklentilerimizi de konuştuk. Kampın pratik
işlerini katılımcı ve eşitlikçi bir şekilde yürütebilmek için, yemek
malzemelerinin alımı, yemeklerin yapımı, bulaşıkların yıkanması konularında
işbölümü grupları oluşturduk.
Kamp süresince vegan
feministler olarak neden, hangi ihtiyaçlarla ve nasıl bir politik zeminde bir
araya geldiğimizi; pratiklerimizi tür, cinsiyet ve yapılandırılmış aile/aileci
ilişkiler ötesine taşıma imkanlarımızı; dil ve sanat alanına vegan feminist bir
müdahalenin nasıl olabileceğini; kırda ve kentteki sosyal ilişkilerimizde nasıl
vegan feminist bir yol oluşturabileceğimizi konuştuğumuz atölye çalışmaları
yaptık. Bunun yanı sıra akşam etkinlikleri de düzenledik. Bunlardan biri
Samuell Fuller’in yönettiği White Dog
(Beyaz Köpek) filmini izlemek ve ardından sinema, beyazlık, ırkçılık, türcülük
ve ataerkillik ilişkisine dair bir tartışma yürütmek oldu. İkinci gün, bize o
akşamın yemeğini pişirebilmemiz için mutfağını açan feminist dostu bir mekan olan Kum Kafe/Bar’da
lezzetli eğlenceli, gıybetli muhabbetli bir akşam geçirdik. Geceye vardığımızda
ise ormanda, Clarissa P. Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabından bir bölüm
olan Kurdun Kirpikleri masalını drama biçiminde okuduk.
İlk atölyemizde veganlık-feminizm ilişkisini,
vegan feministler olarak nasıl bir dertle bir araya geldiğimizi ve kimlerle
birlikte örgütleneceğimizi tartıştık. Kampa çağrı metnimizi oluştururken kampın
“tüm çeşitliliğiyle kadınlara, trans erkeklere, intersekslere ve queer
feministlere açık” olduğunu, “cinsel yönelimi ne olursa olsun natrans erkeklere
kapalı” olduğunu belirtmiştik. Oluşturmaya çalıştığımız vegan feminist
örgütlenmenin kimlerden oluşacağını kararlaştırabilmek için bu çağrıyı yeniden
tartışmaya açtık. Tartışmayı belirleyen asıl mesele vegan feministlerin
cis-erkeklere açık olup olmayacağıydı. Tartışmada bir yandan kimlikler
üzerinden çağrı yapmanın bir özne varsayımı ve arayışı olduğu, bunun ise
cinsiyetçilik-türcülüğe karşı politik zeminimizi belirlemenin ve pratik
müdahalelerimizi örgütlemenin önüne geçebileceğini konuştuk. Diğer yandan ise
politik zeminimizi ve burdan beslenecek mücadele biçimlerimizi oluşturabilmek
için türcülük ve cinsiyetçilik karşısında teorik/tarihsel olarak konumlanan bir
özneyi muhattap almaya ihtiyaç olduğu fikrini belirttik. Bu tartışmanın sonunda
bu konuda net ve her birimizin kayıtsızca ortaklaşabileceği bir karar vermenin
ne imkanlı ne de gerekliği olduğunu düşündük. Bunun yerine bu meseleyi
sabitleyici ve kural koyucu olmayan, her zaman değişime açık ve her an yeniden
tartışılabilir bir şekilde sürdürmeye karar verdik. Pratik bir sonuç olarak ise
yaz kampı çağrılarımızı halihazırda yaptığımız şekilde yapmaya; ancak yıl
içinde yapacağımız diğer etkinlikler/eylemliliklerin kendi özgün dertleri ve
soruları ile ilişkili olarak kimlerin katılacağı konusunda çağrıyı yenilemeye
karar verdik. Bütün bu tartışma boyunca sıklıkla kullandığımız doğa, kültür, kadınlık
deneyimi, öz, özcülük, kuir kavramlarını da tartışmaya açtık.
Veganlık-feminizm
ilişkisini nasıl kuruyoruz?
Vegan feministler olarak biz kimiz sorusununu
tartışmanın temel bir ayağı ise veganlık ve feminizm ilişkisini tartışmak oldu.
Bizi feministler ve veganlar olarak bir araya getiren şey neydi? Vegan oluşumuz
ile feminist oluşumuzu nasıl ilişkilendiriyorduk? Bu soruları kendi
deneyimlerimizi paylaşarak tartışmaya çalıştık. Kimimiz bu ilişkiyi ağırlıklı
olarak anti-militarist/ vicdani redçi duruşundan hareketle, kimimiz veganizmden
feminizme doğru, kimimiz ise feminizmden veganizme doğru bu bağı kurduğunu
belirtti. Bu ilişkiyle ilgili olarak ortaya koyduğumuz noktalar şunlar oldu:
-Bir ineği, tavuğu, balığı ve belirli bir
kültürde yenilebilir olarak tanımlanan bir hayvanı öldürmeyi kendine hak gören
insanmerkezcilik ile zorunlu askerliği dayatan, kadın cinayetlerine, trans
cinayetlerine, nefret cinayetlerine yol açan ırkçılık ve cinsiyetçilik arasında
bağ vardır.
-Eril-karnist tahakküm, insan-doğa,
kadın-erkek gibi sabit ikili kategorilere dayanır. Kadınlar ve erkekler, insanlar ve hayvanlar
arasındaki bu ayrım, hem patriyarkanın hem de insanmerkezciliğin yararına
işler.
-Et yemek cinsel ve eril güç sembolü olarak
temsil edilirken, hayvansal olmayan yiyecekler ise kadınlara atfedilir ve
ikincilleştirilir.
-Medyada, politikada ve gündelik hayatın
diğer tüm alanlarında kadınların sömürülmesinin ve ikincilleştirilmesinin
araçlarından biri onların hayvanlaştırılması olmuştur (dişilleştirilen tavuk
ve inek görselleri gibi). Benzer
şekilde hayvanların sömürülmesinde de onların kadınsılaştırılmaları söz
konusudur (“ateşli piliç”, “vahşi kısrak” ifadeleri gibi).
-Tıpkı evlenilecek-eğlenilecek kadın
kategorilerinin belirlenmesi gibi; hayvanlar da kendi içlerinde yenilebilir,
sevilebilir, korunması gereken ve seyredilebilir olarak kategorilendirilir. Kategorilendirmenin
kendisi, erkek egemen-türcü sömürünün bir yolu olarak işler.
-Cinsiyetçilik ve türcülük benzer tahakküm
biçimleri olmalarının ötesinde, birbirlerini pekiştiriler ve birbirlerine
ihtiyaç duyarlar. Kadınların ve hayvanların sömürülmesi arasındaki tarihsel bağ
avcı erkek mitine dek uzanır. Bu egemen tarih yazımında erkeklerin avcılık
yaparak yaşamı asıl idame ettirenler olduğu ve asıl besin kaynağının et olduğu
anlatıları kesişir. Kadınların bu anlatıdaki ikincil ve pasif konumlarına
rağmen, feminist tarih yazımını izlediğimizde avcılığın yaşamı üreten asıl güç
olmadığını; aksine temel beslenmenin kadınlara atfedilen toplayıcılığa
dayandığını ve avcılığın da ancak bu koşullar altında nadir olarak
gerçekleştirilen bir pratik olduğunu görürüz.
Patriyarkayla türcülüğün
kesişimselliğini vurgulayan bütün bu tartışmanın yükü bu atölyede bizi; sosyal
medya platformlarında, vegan topluluklarda ve feminist topluluklarda hararetle
tartışılan şu soruya getirdi: “Vegan olmayan feminist olabilir mi?” Bu sorunun
bu kesişimselliği gündemimize sokan provakatif gücünü teslim etmemize rağmen,
böyle bir sorunun kendisinin feminizme kapatıcı ve tekelci bir tanım getirmeye
yol açtığını düşündük. Öte yandan sorunun “feminist olmayan vegan olabilir mi?”
biçiminde dert edilmemesinin, feminizmi yalnızca bir ideoloji, veganlığı ise
yalnızca bir pratik olarak gören ve ikisini de eksik ve yanlış temsil eden bir
bakışa işaret ettiğini düşündük. Sonuç olarak birinin feminizmine veya
veganlığına karar vermek yerine, cinsiyetçiliğe ve türcülüğe karşı kendi vegan
feminizmimizi örgütlememizin bizi güçlendirecek yol olduğunda karar kıldık.
Hayvanlara yönelik cinsel şiddet
Bir diğer atölyemizde hayvanlara yönelik cinsel şiddete
odaklandık. Cinsel şiddet dediğimizde çoğu kez kadınlara hatta biyolojik
kadınlara yönelik taciz ve tecavüzün akla geldiğini, hayvanlara yönelik cinsel
şiddetin ise göz ardı edildiğini belirttik. Oysa hayvan tecavüzleri, hayvan
genelevleri ve hayvancılık sektöründeki suni tohumlama, gaga kesme, boynuz
kesme gibi “sıradan” uygulamalar; niteliksel olarak farklı motivasyonlarla yapılsalar
da hayvanların beden bütünlüğüne ve cinselliğine yönelik yaygın ve sistematik
tahakküm uygulamalarıdır. Hem toplumsal normlar açısından hem de hukuksal
anlamıyla meşru bir sektör olan hayvancılık, hiçbir uygulaması nedeniyle
cezalandırılmıyor; bu uygulamalar şiddet olarak tanımlanmıyor; hatta hukuk ve
bilim “hayvanların sağlıklarını ve refahlarını sağlamak” adına bu sektörü
güçlendiriyor.
İş kedi, köpek, kuş gibi “ev hayvanı” olarak tanımlanan
hayvanlara geldiğinde ise, aynı hukuk ancak onları mal konumuna getirerek düzenlemeler
yapıyor. “Sahipli” bir hayvana yönelik şiddet “Kabahatler Kanunu”na
dayandırılarak para cezası ile cezalandırılıyor. Bunun yanısıra hayvanlara
yönelik cinsel şiddet dünyanın “gelişmiş” ya da “gelişmemiş” pek çok ülkesinde “hayvan genelevleri” yoluyla legal olarak da
uygulanıyor.
Bu koşullarda vegan feministler olarak hayvanlara yönelik
cinsel şiddete karşı nasıl bir mücadele yürütmek gerekir? Bir beslenme biçimi
olarak vegan olmak hayvanlara yönelik cinsel şiddet ve sömürüye karşı önemli
bir gündelik pratik olsa da, yalnızca bir yaşam tarzı olarak veganlık
hayvanları bu şiddetten kurtarmak için yeterli değil. Bulunduğumuz yerlerde
hayvanları “korumaya/kurtarmaya” yönelik anlık ve gündelik müdahalelerimizin
yanı sıra hayvanlara yönelik şiddet biçimlerine karşı hukuki yaptırımlar ve
düzenlemeler için de mücadele etmek gerekiyor. Hukuki yaptırım ve
düzenlemelerin oluşması, kişilerin “hayvansever” olup olmamasından bağımsız
olarak hayvanlara kamusal/yasal koruma sağlayacaktır. Ancak bütün bu müdahale
noktaları ve talepler hala insanmerkezcilikle esastan mücadele yöntemi
değildir. Zira hukukun kendisi de insanmerkezcidir ve hayvan hakları söylemi de
insan-hayvan hiyerarşik ikiliğine dayanır. Bu nedenle hem hukuk hem de gündelik
hayat alanlarında mücadele yürütürken; türcülük, cinsiyetçilik ve diğer sömürü
biçimleri arasında bağ kuran ve bu alanları esastan mücadele alanlarına
dönüştürebilen vegan feminist bir politika inşa etmemiz gerekiyor. Çünkü şu
an’da, biz bu metni yazarken siz bu metni okurken de hayvanların şiddete maruz
kalmakta ve öldürülmekte olduklarını biliyoruz.
Bu atölyede gözlerimizi kendi hayatlarımıza da çevirdik.
Örneğin evlerde birlikte yaşadığımız ya da sokakta bakımından sorumluluk
duyduğumuz hayvanların kısırlaştırılıp kısırlaştırılmayacağına karar verişimiz
de bir şiddet pratiği midir? Bu konuda farklı görüşler ortaya çıktı. Bir yandan
bu karar verici statünün kendisinin hiyerarşik bir ilişki olduğunu hepimiz
kabul etsek de kimimiz hayvanların yaşam alanlarının insanlar tarafından
kısıtlandığını ve dolayısıyla içinde bulunduğumuz koşullarda pratik olarak
hayvanların yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayabilmek adına karar verici bir
sorumluluk olarak kısırlaştırmanın anlaşılır olduğunu ifade ettik. Görünen o ki
eril-karnist sistem var oldukça biz bu gibi ikircikli durumlarla karşılaşacağız.
Ancak enseyi karartmayalım, ümitsizliğe kapılmak yerine bugünden yapacağımız
her bir vegan-feminist müdahalenin bu ikircikliği oluşturan düzende çatlaklar
oluşturacağını akılda tutalım.
Tür ve cinsiyet sınırlarının ötesi mümkün mü: Queer ve aile dışı yaşam pratikleri
Bu atölyemizde yaşam
mekanlarımıza, hayvanlarla ilişkilerimize ve birincil ilişki ağlarımıza bakarak
bize dayatılan cinsiyet konumlarını ve aileci ilişki biçimlerini odağımıza aldık.
Bu atölye çokça kendi ailelerimiz ve birlikte yaşadığımız hayvanlarla
ilişkilerimizden konuşmaya istekli olduğumuz bir atölye oldu. Ailenin tek
başına “anne-baba-çocuk”ta somutlanan bir kurum olmadığını, dilimize, düşünce
biçimlerimize ve diğer ilişki ağlarımıza da sızan bir ideoloji olduğunu
konuştuk. Örneğin birlikte yaşadığımız hayvanlarla ilişkilerimizde ebeveyn
rolleri üstlenebiliyoruz. Onlara “oğlum” “kızım” gibi ifadelerle seslenerek; sevme, bakım
emeği üstlenme ya da kural koyma gibi pratiklerde bulunarak kendimizi annelik
konumunda yakalayabiliyoruz. Böyle olmadığı durumlarda bile birlikte
yaşadığımız hayvanlarla ilişkilerimiz bu şekilde değerlendirilebiliyor. Kendi
deneyimlerimize baktığımızda gördük ki, bu durum hayvanlarla birlikte yaşayan
kadınlar söz konusu olduğunda bir yandan annelik beklentisi güçleniyor bir
yandan da bu özgün ilişki asla tam olarak bir “anne-çocuk” ilişkisi olarak
görülmüyor. Çocuksuz bir aile içerisinde hayvanlar “annelik güdüsü”nü tatmin
edecek bir çocuk ikamesi olarak görülürken, kadınlar “gerçek annelik
duygusundan mahrum”, “zavallı” addediliyor. Hayvanlarla birlikte yalnız yaşayan
kadınlar “sapık” ya da “deli kadın” olarak adlandırılırken, birlikte
yaşadıkları hayvanlar ise onları tatmin edecek cinselleştirilmiş nesneler
olarak görülüyor. Hayvanlar ayrıca çocuklu ailelerde bir oyuncak ve eğlence
nesnesi, aileye bağlılığı ve “yabancılara” saldırganlığıyla bir koruyucu
konumlarında görülerek insanmerkezci bir perspektiften tanımlanıyorlar. Nihayetinde
tüm bu bakış açılarında türlerin ve cinsiyetlerin sınırlarına çarpıyoruz.
Aileci ilişkiler öyle
normal bir biçimde kuruluyor ve gündelik hayatta işliyor ki, bunlara direndiğimizde
ve bu ilişkileri reddettiğimizde “tuhaf” görülüyor ve yalnızlaşıyoruz. Atölyede
ayrıca özgürlüğümüz ve kendi yaşamımızı yaşayabilme mücadelesi verirken bu
tuhaf yaftasıyla nasıl başa çıktığımıza dair deneyimlerimizi paylaştık. Hangi
durumlarda onu seviyor ve kabulleniyoruz, hangi durumlarda, belirli ortamlarda
ve belirli kişilerle ilişkimizde onu bir normal maskesi ile örtüyoruz? Bu
dengeleri nasıl kuruyoruz, kurmalı mıyız? Normal, aileci ilişki pratiklerinden
ne gibi çıkarlar elde ediyoruz? Gördük ki bu gibi pratikler stratejik olarak
gündelik hayatımızda işe yarasa da, daima bir anormale işaret ediyor ve bu
şekilde davranmayan başka kadınların marjinal olarak adlandırılmasını ve
dışlanmasını pekiştiriyorlar. Bu dayatmaya direnmek için feminist yoldaşlıklarımızı, aile dışı ilişki
ağlarımızı ve potansiyellerimizi güçlendirmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Feminist ve vegan bir dil arayışı
Kamp boyunca
konuştuğumuz şiddet biçimleri ve normalliği dayatan sınırlar dilimize de
yansıyor. Bu atölyeden muradımız her ne kadar vegan feminist dil ve sanat
üzerine konuşmak olsa da, atölye süresince gündelik hayattaki dilimize ve küfür
meselesine odaklanma ihtiyacı duyduk. Küfür etmek hepimiz ihtiyacıydı, hele ki
bu eril karnist düzende! Peki küfürlerimizi nasıl feminist ve vegan hale
getirecektik? Bunun için küçük bir oyun oynadık. Daire oluşturup birbimize bir
ip yumağı attık, her tutan kişi dilinin ucuna gelen eril ve türcü küfürleri
söyledi, sonra da bunlara karşın vegan feminist küfürler üretmeye çalıştık. Bu
çalışmayı yaparken bir kez daha gördük ki, cinsiyetçilik ve türcülük dilde
normalleşmiş, kullandığımız ve anlamını bilmediğimiz/dikkat etmediğimiz birçok
cinsiyetçi ve türcü küfür de varmış. Örneğin “yavşak” bit yavrusu anlamına
gelirken, “mal” hayvan sürülerine verilen ada işaret ediyor. Bunlara ve daha
bir çoğuna karşılık, “sistem çocuğu”, “hayvan eti yemiş”, “pezevenk”, “bacağına
sıçayım” gibi küfürleri sevdik ve gündelik hayatta bu küfürleri kullandıkça da
yabancılık hissinin ortadan kalkacağını düşünüyoruz.
Vegan kentler, ilişkiler, mekanlar oluşturmak
Bu atölyede kırsal ve
kentsel mekanlarda vegan feminist yaşam örmek üzerine konuşmayı istemiştik. Çoğumuz
küçük ya da büyük kentlerde yaşadığımız için köyde yaşamaya dair doğrudan
deneyimiz yoktu. Ancak hem dünya okumamızdan hem de başka deneyimlerden biliyoruz
ki tek başına köyde ya da kentte yaşamanın kendisi bize kapitalizmden,
cinsiyetçilikten ve türcülükten azade bir yaşam biçimi vaat etmiyor. Bununla
birlikte biz kendi deneyimlerimizden yola çıkarak kentlerde kendimize nasıl
alanlar açtığımıza, nasıl ilişkiler geliştirdiğimize odaklanma ihtiyacı duyduk.
Kentlerde bizi en çok
zorlayan şeyin, öğrenci ya da çalışanlar olarak ev dışında yemek yiyecek yerler
bulmak olduğunu konuştuk. “Veganlar marjinal ve elit kişilerdir” yargısına
dayanan ve bu yargıyı besleyen bir anlayışla vegan restorantlar ve menüler
normalden pahalı oluyor. Ayrıca marketlerde veganlara yönelik ürünler de
pahalı. Hem türcü yargılara hem de veganlığı kullanan piyasaya karşı durabilmek
için bu tüketim kalıplarının dışında alternatif mekan ve ilişkiler oluşturmamız
gerekiyor. Öncelikle hayvansal ürün içermeyen herhangi bir yemeğin halihazırda
vegan yemek olduğunu (örneğin tahin helvasının vegan bir tatlı olduğunu);
içeriği sıkı sıkıya belirlenmiş kahvaltı, öğle, akşam yemeği kalıplarının
aşındırılabileceğini (örneğin akşamdan kalan çorba niye sabah kahvaltısı
olmasın?) ya da yemeklerin kolaylıkla veganize edilebileceği düşüncesini
yaygınlaştırmak gerekiyor. Sıklıkla gittiğimiz mekanlarda vegan düşünceyi
dillendirmek ve bu konuda talepkar olmak işe yarıyor. Hatta bu mekanları ve
mekanlarda çalışanlarla ilişkileri veganize etmenin bir yolu da olabiliyor.
Başlangıçta sadece “tuhaf vegan müşteri” için çıkan yemek zamanla
çeşitlenebiliyor ve ana menüde yer alabiliyor (deneyimle sabittir). Öte yandan saklama
kaplarıyla evde hazırladığımız yiyecekleri işe, okula götürmek, ara öğünler
için yanımızda kuru yemiş, meyve ya da vegan atıştırmalıklar taşımak da mümkün.
Bitirirken…
Faşizmin
kurumsallaştığı ve bütün canlıların hayatına kastetiği, doğanın talanının,
kadın düşmanlığının, homofobinin, transfobinin, hayvan sömürüsünün ve her
anlamıyla şiddetin zirveye çıktığı, egemen olmayanların hak ve özgürlüklerinin
gasp edildiği bu zorbalık döneminde bir araya gelmek, dostluklarımızı
tazelemek, yeni dostluklar kurmak hepimizi güçlendirdi. Bu dayanışmayı ve
örgütlülüğü yaşadığımız kentlere de taşımaya, farklı etkinliklerde bir araya
gelmeye ve diğer muhalif eylem ve etkinliklerde vegan feministler olarak varlık
göstermeye karar verdik. Bir sonraki yaz kampımızda atölye çalışmalarını
önceden daha katılımcı bir şekilde ve üzerine daha çok kafa yorarak oluşturmayı
kararlaştırdık. Ayrıca bir sonraki yaz kampımızı daha özgür ve daha ıssız bir
alanda yapmayı planladık. Bütün bu
çalışmaları örebilmek için 2017 Şubat ayında İstanbul’da bir kış buluşması
yapacağız.
Ümitle, inançla, dayanışmayla..
vegan feministler
vegan feministler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder