28 Aralık 2011
gecesi Roboski’de 34 kişi ve 59 katır Türk Hava Kuvvetleri tarafından
bombalanarak katledilmiş ve devlet, sanki meşru bir gerekçeymişçesine bu
kişilerin bir PKK birliği olduğunu ileri sürmüştü. Sonrasında ise bu 34 kişinin
Türkiye-Irak arasında kaçakçılık yaptıkları ortaya çıkmıştı. Buna rağmen,
kaçakçılığın bölgenin sosyo-ekonomik bir gerçeği olmasını göz ardı eden ve bunu
devlet tarafından öldürülmenin meşru bir gerekçesi olarak kabul eden faşizan
söylemler dillendirilebilmişti.
Olaydan 4 yıl
sonra, bu yıl 24 Mart günü ise Şırnak İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü'nün
59 katır için mahkemeden çıkardığı itlaf kararına dayanarak sekiz katır
askerler tarafından katledildi. Gerekçe ise katırların
kaçakçılıkta kullanılmaları yani devletlerin yapay olarak kurdukları sınırları
geçerek, onların kurallarına uymamalarıydı.
Olayın ardından katırların
katli üzerine farklı yaklaşımlardan çeşitli tepkiler oluştu. Biz bu yazıyı hem
çok fazla dolaşıma girerek egemen olan iki tür yaklaşımı eleştirmek hem de
kendi konumumuzu belirginleştirmek için kaleme alıyoruz.[1]
Eleştirdiğimiz yaklaşımlardan ilki tartışmayı hayvansever, çevreci ve hayvan
hakları konusunda duyarlı kesimlerin olay hakkındaki sessizliklerini eleştirmek
üzerine kuran tepkiler oldu. Bu duruştakiler[2],
Türkiye’nin batısında özellikle kedi, köpek, at gibi hayvanlar söz konusu
olduğunda ciddi bir duyarlılık gösteren hayvan severleri, konu Kürt
bölgelerinde yaşanan bir hayvan katliamı olduğunda meseleyi fazlaca “siyasi”
görüp sessiz kalmayı tercih ettikleri biçiminde eleştirdiler. Katliama tepki
gösteren diğer kesim ise, tepkisinin odağına iktidar ilişkilerinin
çeşitliliğinden ve ilişkiselliğinden bağımsız bir insan-merkezcilik
eleştirisini koydu. Daha açık bir ifadeyle bu duruş[3],
katırların katledilmesinden onları yük hayvanı olarak kullanan ve sömüren
köylüleri sorumlu tuttu ve esas eleştirisini bu noktaya yöneltti. Bu duruş,
katliamı eleştiren herkesi öncelikle ve yalnızca kendi kişisel hayatlarında
süren hayvan sömürüsü biçimleriyle yüzleşmeye çağırdı.
Biz, bu iki duruşun da vegan feminist bir politika
açısından bazı sorunlar taşıdığını düşünüyoruz. Bu iki duruş, her ne kadar
birbirine zıt gibi görünse de, iktidar ilişkilerinin bir ağ biçiminde nasıl da
birbirleriyle ilişkili bir şekilde işlediğini görmeyerek ortak bir noktada
buluşuyorlar.
“Batılı
hayvanseverler”in sessizliğini eleştiren ilk görüş, sadece, tam da bizim
eleştirdiğimiz biçimde insan merkezciliğin sevgi nesnesi olarak dayattığı kedi,
köpek gibi hayvanlar üzerinden duyarlılık geliştiren kesimleri muhatap alarak,
hayvan sömürüsüne karşı bütün duruşları bu noktaya indirgiyor. Oysaki bizler,
insanların hayvanlarla ve yeryüzüyle ilişkilerindeki bütün sömürü biçimleriyle
mücadele eden ve bütün hayvanları kapsayan bir politik hattı savunuyoruz. Öte
yandan bu argüman, “Büyük Politika- tali politika” ayrımına dayanarak, kedi
köpek gibi sokakta yaşayan hayvanları dert etmeyi de politik bir tavır olarak
görmüyor. Yani örneğin Şırnak’ta öldürülen katırlar ile İstanbul’da sokakta
zehirlenen ya da barınak adlı ölüm kamplarına toplanan kedi ve köpekler
arasında politik olarak hiyerarşi kuruyor. Dolayısıyla bu duruş, hayvanların
çeşitli biçimlerde sömürülmelerinin insan merkezcilikle ilişkisini göz ardı
ediyor. Bu insan-merkezci konum, konu hakkındaki tartışmaların sunumunda bile
“katledildi” ya da “öldürüldü” ifadelerinin yerine “itlaf edildi” ifadesinin
kullanılmasında kendisini göstermekte.
Bu görüşün aksine,
ikinci görüş ise bu olayı, bütün diğer iktidar ilişkilerinden bağımsız bir
insan-merkezcilik eleştirisiyle ele alarak, devletin katliamdaki payını göz
ardı ediyor. Dolayısıyla bu yaklaşımdaki problem, hayvan sömürüsünün devlet
şiddetiyle, milliyetçilikle ve sömürgecilikle bağını kuramamasıdır. Oysaki olayın
yaşanılışı bile bize bu ilişkiyi gösteriyor. Tanıkların anlatısına göre[4]
askerler katırları, köylülerin hemen yanı başındayken, üzerlerine ve korkutmak
için ayaklarının dibine rastgele ateş açarak, yani olayı erkek egemen bir av
sahnesine dönüştürerek öldürdüler. Bu av
sahnesinde devlet şiddetinin muhatabı olan Kürtlerle katırlar arasındaki sömürü
ilişkisinin ötesinde, devlet yaşamın
ve ölümün eşiğine karar veren bir üst egemen olarak ortaya çıkıyor. Yani burada
av katır olduğu kadar simgesel olarak insan haline de geliyor, bir başka
deyişle insan-merkezciliğin hangi insanı merkeze aldığını tartışmak gerekiyor. Bu
olay özelinde Kürtler ve aslında diğer ezilenler de devletin ve egemenlerin nezdinde,
hayvanlaştırılarak[5] sömürülecek, korkutulacak ve öldürülebilecek çıplak hayatlar haline dönüşüyorlar. Tam
da bu yüzden bir fail olarak devleti gözden kaçırmak ve bu olayda devleti
sorumlu tutanları yalnızca “önce tabağına bak” diyerek eleştirmek, faşizmle
insan-merkezcilik arasındaki ilişkilerin ve insanlar üzerinde uygulanan şiddetinin hayvanları öldürürken de aynı yollarla işlediğinin üzerini örtmeye
neden oluyor. Dahası, bizim de sahiplendiğimiz “yemek politiktir” şiarı, tam da
bu biçimde kullanıldığında, hayatlarımızı ve edimlerimizi steril biçimde
bireyselleştirerek politik bağlamından kopuyor.
Biz, hem insan-merkezciliğe
hem de onunla temelden ilişkili olarak gördüğümüz erkek devletin şiddetine
karşı çıkmanın vegan feminist bir politika için kaçınılmaz olduğunu
düşünüyoruz. Ve diyoruz ki:
Köylüleri yoksullaştırarak,
onların temel bir geçim kaynağı aracı olarak katırları kullanmalarını
normalleştiren ve teşvik eden hayvan refahı yasa/yönetmeliklerini oluşturan
kimdir? Hayvanlara
yönelik çıkartılan bütün yasalar ve icraatlar, hayvanları insanlara tabi bir
varlık olarak varsayıyor ve böylece insan-hayvan hiyerarşisini pekiştiriyor. Peki
katledilen hayvanlar, devletin gözünde insan olarak görülmemesine ve
insanlardan aşağı bir varlık olarak görülmesine rağmen, nasıl onlara
insanmışçasına irade atfederek cezalandırılabildiler?
Yok, eğer öldürülen
katırlar, devletin nezdinde “yasaya tabi bir yurttaş” olarak görülüyorlarsa,
idam cezasının yasak olmasına rağmen nasıl öldürülebildiler? Görüyoruz ki
devlet katırları hem insan-dışı varlıklar biçiminde
işaretleyerek hesap vermeksizin öldürebiliyor hem de onlara irade atfederek suç
isnat edip haklarında infaz kararı verebiliyor.
Bu şiddet ancak doğayı, hayvanları ve insanları katleden savaş koşullarında
mümkün olmaktadır. Bizler biliyoruz ki 34 yurttaşın ve 59
katırın bombalanmasını ve ardından sekiz katırın böyle bir av sahnesinde
öldürmesini mümkün kılan zemin, otuz beş yıldır ülkemizde yaşanan savaştır. Bizler
vegan feministler olarak kadınların, hayvanların ve diğer madun grupların
ezilmesinde, sömürülmesinde ve öldürülmesinde insan-merkezciliğin ve erkek
egemenliğinin yanı sıra, bunlardan beslenen milliyetçiliği ve faşizmi sorumlu
tutuyoruz. Bizler mücadelemizi, isyanımızı ve dayanışmamızı bütün bunlara karşı
örgütlüyoruz.
Vegan feminist
dayanışmayla
[1] Eleştireceğimiz iki tür yaklaşımın dışında, elbette başka tepkiler de
oluştu. Bizim de imzacısı olduğumuz ortak bildiri için bkz: http://veganfeministler.blogspot.com.tr/2015/03/roboskideki-katr-katliam-hakknda-ortak.html
[2] Bu duruşun en çok dolaşıma giren örneklerinden birisi için bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/umit_kivanc/kurdun_katiri-1321478
[3] Bu duruşun belirgin bir örneğini “Askerler sınır ticareti yapan
köylüler yüzünden katırları katletti. Olan yine masumlara oldu” ifadelerini
kullanan şu haberde görebiliriz: http://vehaber.org/haber/6257/askerler-katirlari-katletti.html
[4] http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/163318-roboskililer-katirlarin-nasil-vuruldugunu-anlatti?bia_source=facebook&utm_source=dlvr.it&utm_medium=facebook
[5] Burada bir insanın hayvanlaştırılması eleştirilmesini, insan-hayvan
ayrımındaki kesin sınırları olumlayarak ve hayvanlaşmanın kendisini olumsuz bir
şey olarak okuyarak ileri sürmüyoruz. Aksine tam da egemen paradigmanın bu
ayrıma dayanarak sömürü mekanizmalarını işlettiğini vurgulamak istiyoruz.