4 Ağustos 2014 Pazartesi

I. VEGAN FEMİNİST KAMP SONUÇ BİLDİRGESİ

I.     VEGAN FEMİNİST KAMP SONUÇ BİLDİRGESİ
Muğla/Akyaka
11-13 Temmuz 2014



11-13 Temmuz 2014 tarihleri arasında Muğla/Akyaka’da vegan feminist kampımızın ilkini gerçekleştirdik. Kampa Mersin, İstanbul, Düzce, İzmit, Eskişehir, Bursa, Ankara ve Muğla’dan olmak üzere toplam 24 kişi katıldı.Kampta ilk gün, alternatif tarımı, kentte vegan yaşamayı, endüstriyel tüketim, beslenme, giyinme gibi gündelik pratiklerimizi konuştuğumuz “veganlık ve gündelik yaşam”;  doğurma, üreme, bir performans olarak annelik, evimizdeki hayvanlarla ilişkilerimiz, ikili cinsiyet kategorilerini konuştuğumuz “veganlık ve annelik” atölyelerini gerçekleştirdik. İkinci gün farklı cinsel kimlik ve yönelim deneyimlerimizi, çok aşklılık, tek eşlilik, çok eşlilik, vejeseksüellik hallerimizi ve aile kurumunu konuştuğumuz “cinsellik- cinsiyet atölyesi”; savaş, çocuklar, et yemek, askerlik ve güç ilişkisi, kadınların ve hayvanların savaşta farklı konumlanışları, birbirine düşman edilen kadınlar, savaşın tabağımızdan komşumuza ve bombalara uzanan yeni hali gibi konuları konuştuğumuz “veganlık ve militarizm” atölyelerini gerçekleştirdik. İkinci gün ayrıca “Voltrans” belgeselini izledik ve ardından aramızda yer alan belgeselin yönetmeni ve yapımcıları olan sevgili Özge ve İlksen’in de katılımıyla tartışma gerçekleştirdik. Üçüncü gün veganlarla, feministlerle ve vegan- feminist olmayanlarla ilişkiler, dil- küfürler, ekoloji, anarşizm, sosyalizm, kapitalizm, hayvan özgürlüğü, veganizm tartışmaları ve diğer hareketlerle ilişkiler gibi konuları tartışmak üzere “vegan-feminist politika” atölyesini yapmayı planlamıştık. Ancak ikinci günün gecesinde aramızdaki iki kadın arasında yaşanan ve aşağıda daha ayrıntılı tartışacağımız bir olayı, elimizden geldiğince feminist-politik bir düzleme taşıyarak ve herkesin kendisini ve düşüncelerini ifade edebileceği bir tartışma ortamı oluşturarak homofobi, transfobi, erillik, dişillik, kadınlık, erkeklik kavramları, feminist uslup ve dil tartışmaları üzerinden bir atölye gerçekleştirdik. Kampı, bunun ardından kısa ve genel bir değerlendirme toplantısı yaparak sonlandırdık.
 

Veganlık ve gündelik yaşam;
Bu atölyede tartışmaya yemek yemek üzerinden başladık. Yemek yemenin gündelik hayatta çok temel;  fakat sadece biyolojik bir ihtiyaç değil, aynı zamanda haz, arzu, statü gibi birçok dinamiğin de kesiştiği rutin pratiklerimizden biri olduğunu ve tüketimin önemli bir ayağını oluşturduğunu konuştuk. Beslenme biçimlerimiz tam da bu yüzden önemli bir direniş örüntüsü imkanını taşıyor. Bu noktada, bu direnişi gündelik kentsel yaşamda nasıl gösteriyoruz sorusunu ortaya attık. İlk olarak vegan beslenmenin zenginlerin harcı olduğu taciziyle karşılaştığımızı konuştuk. Gerçekten de kapitalizm ranta dayanan, elitist, cinsiyetçi ve yalnızca üst sınıflara hitap eden bir vegan piyasa yaratmış durumda. Birçok muhalif pratiği dönüştürdüğü gibi, bunu da bir endüstriyel pazara dönüştürüyor. Bu endüstriyel pazarın kendini örgütlerken, bizleri de tekil, elitist, piyasaya ve tüketime muhtaç, bireyci ve kendi yemeğini yapıp paylaşamayan ve vegan olmayı yalnızca yeme pratiği ile tanımlayan bireyler olarak eğitmeye yönelik olduğunu konuştuk. Oysa biz biliyoruz ki kapitalizmin bu eğilimi; insanmerkezli, modern hijyen, sağlık ve insan refahı anlayışlarına dayanan ideolojik bir mistifikasyondur, çarpıtmadır. Ayrıca vegan endüstri bu yolla bizlere GDO’lu, yerel olmayan gıdaları dayatıyor. Endüstriyel kapitalizmin bütün bu sistematik tahakkümüne nasıl karşı çıkabileceğimizi konuştuk. Esnaf lokantalarından ve ilişkili olduğumuz kurumlardan etsiz, yumurtasız, sütsüz, kısaca hayvan sömürüsüne dayanmayan yemekler talep etmek, çerez gibi ara öğünleri beslenmemize katmak, yemeğimizi mümkün olduğunca yanımızda taşımak ve yeryüzü sofraları, bombalara karşı sofralar gibi paylaşabileceğimiz alanlar oluşturmak konuştuğumuz çözümler arasındaydı. Öte yandan veganlığın yalnızca beslenmeyle ilgili olmadığını, diğer gündelik karşılaşmalarımızda da nasıl vegan feminist bir tutum geliştirebileceğimizi konuştuk. Örneğin ekosistemin önemli bir parçası olan böcekleri öldürmeden kendimizi lavanta, fesleğen, sirke gibi kimsayal olmayan yöntemlerle korumak, giyimde takas, dönüştürme gibi alternatif ve elbette vegan yolları seçmek konuştuğumuz tutumlar arasındaydı. Kentte vegan beslenmeyi konuşurken, bir yandan da kenti ve kentli yaşamın kendisini de sorgulamamız gerektiğini konuştuk. Bu noktada (i) uygarlığa yekten karşı olup ekolojik yıkım için mücadele etme ile (ii) işgal evleri, bostanlar, bahçe gerillacığı gibi alternatif üretim ve yaşama biçimleriyle mücadele biçimlerini kentlerde geliştirmek fikirleri ekseninde bir tartışma başlattık. Birinci yöntemin üretimin seri hale gelmiş olması ve doğal tarım alanlarının kapitalleşmesi nedeniyle artık çok da masum olmayan bir “köye dönüş”ü romantize etme tehlikesi barındırdığını; ikinci yaklaşım için ise kentleri de aşan bir ekolojik yıkım tahayyülü taşımasının mutlaka gerekli olduğunu konuştuk. Sonuç olarak kapitalist gündelik ritimleri aksatmaya yönelik girişimlerin verimlerinden yararlanmak üzere direniş biçimlerini çeşitlendirmenin önemini vurguladık. Gündelik yaşamın bizleri sarıp sarmalayan yapısı içinde vegan ve feminist bir kadın olmanın egemen anlayışlara nasıl da korku saldığı ve onlarca marjinalleştirildiğini konuştuk. Tam da bu nedenle vegan-feminist konumlanışın kendisinin çok önemli bir direniş biçimi olduğunu tartıştık.


Veganlık ve annelik;
Öncelikle annelik nerede başlar, nerede biter sorusunu ortaya attık. Anne olmanın yalnızca doğurmak ile ilgili olmadığını, çoğu kez en yakınlarımıza, arkadaşlarımıza, sevgilimize, evlerimizde birlikte yaşadığımız diğer hayvanlara annelik yapabildiğimizi, anneliğin bir performans olarak hayatlarımızda yer aldığını konuştuk. Annelik performansı, anne olsak da olmasak da kurduğumuz ilişkilerde çoğu kez bir iktidar konumlanışı olarak karşımıza çıkıyor. Hatta bu iktidarı kendi içimizde büyüttüğümüz “annemiz” aracılığıyla kendimize de uygulayabiliyoruz. Bu iktidar, anne olarak konumlandığımız bütün ilişkilerde karar verici, kısıtlayıcı, korumacı davranışlarımızda cisimleşiyor. Fakat öte yandan patriyarka koşullarında annelere yüklenen bütün sorumluluklar ve bakım emeği hizmetleri kadınların anneliği derin bir suçluluk duygusu olarak deneyimlemesine yol açıyor. Bütün bu sorumluluk ve emek beklentisi nedeniyle anneler çocuklar adına karar vermek zorunda kalıyorlar ve sürekli yanlış yapma korkusu, “iyi anne” olamama tedirginliği ile baş başa kalıyorlar. Yani anneliğin iktidarı, kadınları da ezen bir iktidar halini alıyor. Üstelik bütün kadınlar heteroseksist, biyolojik, tek eşli aileler içine çekilmek istenilerek, kadınların doğal olarak anne olmayı bir gün mutlaka isteyeceği, doğuracağı miti yükseltiliyor. Bu noktada kimimiz, kendi içgüdümüzü dinleyerek davranmamız gerektiğini belirtti. Buna karşılık kimimiz ise biyolojist ve doğacı açıklamaların çoğu kez patriyarkanın, heteroseksizmin ve kapitalizmin de başvurduğu yöntemler olduğunu hatırlatarak “doğal olan her zaman iyi ve güzel mi” sorusunu yükseltti.Bu tartışmayı sürdürdükçe “başka bir annelik mümkün değil mi”? ve “anne olmaktan vazgeçmek zorunda mıyız?” sorularıyla karşılaştık.  Anneliği reddetmek ve doğurmamayı seçmek fikri, yeryüzünü insan olmayan diğer canlılarla paylaştığımızın sorumluluğuyla kendi türünü geri çekmek tahayyülünü kurabilmemizi mümkün kılıyor. Fakat öte yandan egemen annelik dayatmasına karşı çıkarak üreme üzerinde kendi kontrolümüzü sağlayabileceğimizi ve başka bir annelik ilişkisi kurabileceğimizi de konuştuk. Birçok kişinin bir arada yaşadığı ve çocuğu tek bir kişinin sahiplenmediği ancak çocuğa karşı herkesin belli bir sorumluluk hissettiği queer komünal yaşam deneyimleriyle cinsiyetsiz “annelik”lerin mümkün hale gelebileceğini; doğrudan aile ideolojisini eleştirerek tek başına yaşayan ya da iki-kadın, iki-erkek yaşayan yaşantıların da farklı annelikler üretebileceğini, bizim ve ilişkilerimizin çeşitliliğine bağlı olarak çok çeşitli annelik biçimlerinin de mümkün olabileceğini konuştuk. Ayrıca anneliği konuşurken, ideal annelik ve ideal çocuk yetiştirme tartışması tuzağına düşmememiz gerektiğini, aynı zamanda kendi annemizle ilişkimizi dönüştürmekte de feminist bir sorumluluğumuzun olduğunu dile getirdik. Bu düşünce ile önemli olanın egemen bilimsel, kültürel ve toplumsal örüntülere karşı direnerek, feminist bir annelik anlayışını içselleştirebilme çabası olduğu sonucuna vardık.  

Cinsiyet- cinsellik atölyesi;
Bu atölyeye trans bir kadın arkadaşımızın kendi deneyimlerini paylaşmasıyla başladık. İkili cinsiyet sisteminin ve heteronormativitenin bedenlerimizi ve arzularımızı nasıl baskıladığını, kategorilendirdiğini ve norma uydurmaya çalıştığını konuştuk. İkili cinsiyet sistemi, trans kadınlara “attan indin eşeğe bindin”; trans erkeğe ise “öyle erkek olunmaz, kolay mı erkek olmak” tavrıyla yaklaşarak trans bireylerin kendine dair tanımlamalarını yok sayıyor. Bunun yanı sıra “farklı” olmanın üzerimizde ciddi bir toplumsal baskı yarattığını ve bunun da çoğu kez kendi bedenimizi tanıma sürecimiz ve davranışlarımız üzerinde otokontrol mekanizmaları üretmemize neden olduğunu konuştuk. Fakat deneyimlerimiz sonucu gördük ki, toplumun hazır olmadığı ve dönüşemeyeceği varsayımıyla davranmak dönüşümün önünde kendi koyduğumuz bir engel haline gelebiliyor. Oysa topluma ve “sıradan insan”ın aşılmaz derecede heteroseksist, muhafazakar, türcü, cinsiyetçi olduğuna dair ön yargılarımızı ve varsayımlarımızı sorguladığımız ve bir parça cesaretle davrandığımız zaman hem kendi yaşamımızda hem de ilişki ağlarımızda önemli değişimlere yol açabiliyoruz.Bedenimizi ne zaman keşfediyoruz sorusunu ortaya attık. Heteroseksist patriyarka, erkeklere cinselliği pornodan ve eril, cinsiyetçi şiddete dayanan homo-erotik ortamlardan öğrenmeyi teşvik ederken, kadınları ise kendi cinselliklerini bu biçimde şekillenen erkek cinselliğinden öğrenmeye yönlendiriyor. Toplumsal cinsiyet normlarının bize yüklediklerini dönüştürmenin yollarının neler olabileceğini tartıştık. Öncelikle kendi bedenimize ve arzularımıza dair bugünümüz ve geleceğimiz adına kesin yargılardan, mutlak sınırlardan, net tanımlamalardan kaçınmamız ve kendimize dair sorgulamayı her zaman diri tutmamız bunu dönüştürme imkanı taşıyabilir. Toplumsal dönüşümlerin, kendi kişisel dönüşümlerimizden bağımsız olmadığını, bu nedenle toplumsal cinsiyet normlarını aşındırmanın bir yolu olarak, arzu, beden ve cinsellik pratiklerimizi farklı ilişki biçimlerini küçük küçük deneyimlemeye açabileceğimizi tartıştık. Ancak bunu yaparken lezbiyen/gay/trans olmanın, çok eşli ya da çok aşklı olmanın kendiliğinden daha ilerici olmadığını, kimlikleri özselleştirmekten uzak durmamız gerektiğini konuştuk. Kuracağımız ilişki ağının egemen aile ideolojisine direnen nitelikte olmasının; beden ve cinselliğe yönelik arzu nesnesine bağlı tanımlamalardan kurtulmanın direniş imkanı açabileceğini konuştuk.Cinsellik tartışması eril ve türcü şiddetten de bağımsız değildi. İnsanmerkezcilik, insanı hayvan karşısında üstün bir konuma koyarken aynı zamanda erkeği de kadın karşısında üstün bir yere koyuyor. İnsanmerkezci erkek egemenliği, cinsellik dilini ve pratiklerini de “köpek pozisyonu”, “at sikmek”, “piliç” gibi ifadelerle kadınları ve hayvanları erkekler karşısında aşağı bir konuma yerleştirerek ilişkisini ezmek üzerinden kuruyor. Bu, et yemenin erillikle olan bağına işaret ediyor. Bu durum özellikle vegan feministlerin sevgililik ve aşk ilişkilerini nasıl yaşadığı tartışmasını doğuruyor.  Bu tartışmada kimimiz et yemeği savunan ve karnist kişiler ile politik olarak veganlığa saygı duyan ama kendi pratiğinde bunu gerçekleştirmeyen kişileri aynı şekilde değerlendirmemek gerektiğini savundu. Buna karşın kimimiz ise karnizmin bir düşünme biçimi olmasının yanı sıra et yeme pratiğinin kendisini de kapsadığını dolayısıyla, bir ilişkide tıpkı ırkçı, cinsiyetçi ya da homofobik tutumları kabullenemediğimiz gibi, türcü bir ilişkiyi de aynı şekilde kabullenemeyeceğimizi ifade etti.

Veganlık ve anti-militarizm atölyesi;
Bu atölyede savaşı tartışmaya, insanmerkezci düşünme biçimlerini ve dili, kapitalistler ve liberallerin yanı sıra muhalifler olarak bizim de sürdürebildiğimiz özeleştirisiyle başladık. Savaşı düşünürken, genellikle ölen ya da yaralanan insan sayılarına ve bunlara dair görsel, yazılı metinlere ve istatistiklere dikkat kesildiğimizi fakat savaş boyunca ne kadar hayvanın öldüğü, ne kadar alanın yanıp yok olduğu, verimsizleştiği, zehirlendiği, kısacası ekolojik tahribatın ne boyutta olduğunu göz ardı ettiğimizi konuştuk. Savaşın et yemek ve erkeklik ilişkisini pekiştirdiğini, kadınların ve çocukların beslendiği tarım arazilerini zehirleyerek onları yoksullaştırmasına karşın,  “düşman”la savaşan askerleri ise hayvanları ve doğayı katletmekten gelen cesetler ile, “et” ile, “ödüllendirdiği”ni konuştuk. Aynı zamanda savaşın yalnızca doğrudan savaş demek olmadığını, devletleri, ulusları aşarak bütün toplumsal ilişkilerimizin savaş hali olarak örgütlendiğini tartıştık.  Savaş ortamında toprakların kadınsılaştırıldığı, kadınlara tecavüz edildiği gibi, doğrudan savaş halinde olmadığımızda da kadınlara, hayvanlara, L/G/B/T kişilere, egemen olmayan sınıf ve etnisitelere, kültürlere karşı ciddi ve sistematik bir savaş sürdürülüyor. Ayrıca günümüzde savaş, işgal ve toprakları genişletmek üzerinden olmaktansa su, petrol rezervleri üzerinden işleyen bir hal almış durumda. Ekoloji, savaş ortamında bir ganimet haline geliyor. Yaşamı sürdürmede temel önemde olan tohumları bio-çeşitlilikten uzak ve ilaçlanmaya muhtaç bir biçimde üreten tohum şirketleri, bu tohumlara yönelik gelişen ilaç şirketleri, bunları hayvanlar üzerinde deneyen deney şirketleri ve buradan doğacak hastalıklara karşı kurulan maddi tıp ve bilim alanı birbirinin kaçınılmaz sonucu olarak işbirlikçi biçimde örülüyor, kapitalizmin savaşları bu örgü üzerinden yükseliyor. Bütün bu savaş ve zorunlu göç kıskacında kadınlar, kendi tarihlerinden ve ilişki ağlarından koparak, güvende olmadıkları başka topraklara çocuklarıyla birlikte göç etmek zorunda kalıyorlar. Bu yeni ülkede kadınlar için çoğu kez esnek ve güvencesiz işler ya da zorunlu seks işçiliği gibi emek alanları tek seçenek olarak dayatılıyor.Bu noktada “toplumsal barışı sağlamada bizim payımız ve yöntemimiz nedir” sorusunu ortaya attık.  Savaşın bütün bunların yanı sıra kadınları da birbirine düşman hale getirmek üzerinden güçlendiğini tartıştık. Öte yandan kadınların da özü gereği barışçıl olmadıklarını, savaşın sürdürülmesinde payları olduğunu dile getirdik. Ancak tam da bu payın, savaşa karşı erkek egemenliğine karşı bir konumdan direniş potansiyelini de içinde barındırdığını, dolayısıyla feminist bir konumdan savaş karşıtı olmanın yollarının neler olabileceğini tartışmaya açtık. Erkek egemen bakışın ve bu bakışla tavır alan erkeklerin ve eril muhalif yapıların çoğu kez “kadınlar askere gitmiyor ki” şeklindeki eleştiri ve küçümsemelerine karşın, tam da kadınların savaştaki ezilen ve sömürülen konumları nedeniyle, kadın vicdani reddinin savaş karşıtı feminist konumlanışımızdaki önemini tartıştık. Kadın vicdani reddinin yanı sıra, devletin ve sistemin farklı dinamiklerine karşı geliştirdiğimiz karşı-şiddetin nasıl olması gerektiğini ve bunu nasıl adlandıracağımızı konuştuk. Burada iki düşünce ortaya çıktı: Kimimiz “ezilenin şiddetiyle ezenin şiddetinin bir olmadığını, dolayısıyla ezilenin şiddetinin meşru bir direniş biçimi olduğunu” dile getirirken kimimiz ise gerek hümanist gerekse pasifist bir tutumla şiddetin bir tür egemenlik ve iktidar yöntemi olduğunu bu nedenle kendimizi bundan ayrıştırmamız gerektiğini savundu. Öte yandan genel olarak, devletin, şiddet içeren muhalif eylemlere daha aşina olduğunu, bu yüzden bunlarla daha kolay baş ettiğini, bu nedenle farklı eylem ve direniş biçimleri oluşturmamızın önemli olduğunu tartıştık.             

Transfobi/ erillik/ kadınlık/ erkeklik atölyesi;
Vegan feminist kampa katılan iki sevgili arasında “seni öldürürüm” gibi ifadeleri içeren bir diyalog geçmesi üzerine başka bir arkadaş bu ifadeleri kullanan kadına “erilleşme” ifadesini kullanarak eleştiride bulundu. Bu durum iki kadın arasında kırgınlık, gerginlik ve tartışmaya yol açınca; ertesi gün bu meseleyi her iki kadının da kendi düşüncelerini söyleyebileceği ve hepimizin meseleyi kişisel olandan politik olana taşıyarak kendi fikrimizi feminist yordama uygun şekilde ifade edebileceği bir zemin imkanı sunan bir atölyeye taşımaya karar verdik.Bu atölyede, eleştiri yapılan kadın bu diyalogun sevgilisiyle arasında bir şakalaşma olduğunu, sevgilisinin de kendisine karşı böyle ifadeler kullanabildiğini ancak kendisi trans bir kadın olduğundan bu ifadeyi yalnızca kendisi kullandığında görünür olduğunu ifade etti. Ayrıca erilin sözlük anlamının erkek cinsini belirten bir kelime olduğunu ve kendisinin bu konudaki eleştirilere trans kadın olması, daha önce de maruz kalması nedeniyle hassasiyeti olduğunu ve bu hassasiyeti gözetilmeden eril ifadesiyle eleştirilmenin altında gizli bir transfobi olduğunu düşündüğünü belirtti. Eleştiride bulunan kadın ise, erilliğin sadece erkek cinsi imlemediğini, eril performansın cinsiyet kimliğinden bağımsız olduğunu ve dolayısıyla trans bir kadının da eril davranabileceğini ve bununla eleştirilebileceğini belirtti. Ayrıca trans olma halinin feminist eleştiriden muaf olmayı beraberinde getirmediğini, tam da trans olduğu için “hoşgörü” göstermenin bir tür transfobi olduğunu ifade etti.Atölyede bu konuyu yaşanılan olaydan mümkün olduğunca soyutlayarak, davranışın eril ya da eleştirinin transfobik olup olmadığını aşarak, iki ayak üzerinden konuşmaya çalıştık. Birincisi, ikili cinsiyet rejiminden çıkmak adına eril kavramı yerine kaba, yanlış gibi kelimelerin kullanıp kullanılamayacağı üzerineydi.  Bu konuda kimimiz kadını erkeğe, dişili erile karşı konumlandırarak ifade etmenin kategorik cinsiyet ayrımını beslediğini, bu nedenle bu kavramları kullanmamız gerektiğini söyledi. Eril kavramını kullanmamamız gerektiğini düşünen kimilerimiz ise bu gibi kavramların tartışmaları gerdiğini, fazlaca cepheden olduğunu ve yapıcı tartışmanın önüne geçtiğini belirtti. Buna karşın bazılarımız ise eril, transfobik, cinsiyetçi, homofobik gibi kavramların patriyarkaya ve heteroseksizme karşı feminist teori-pratik mücadele içinde üretildiğini dolayısıyla bu kavramların yerine kaba, yanlış gibi kelimeleri ikame etmenin, feminist-politik tartışmanın ve birikimin önüne geçtiğini savundu.Tartışmanın ikinci ayağını ise, feminist kadınların aralarındaki tartışmalarda oluşturacağı dil, uslup, yordam meselesi oluşturdu. Öncelikle feminist ilkelerin önemini teslim ederek ama yine de her bir ilişkinin ve karşılaştığımız olayın özgüllüğü göz önünde bulundurarak ve feminist dayanışmayı gözeterek nasıl tavır alabiliriz? Feminist yoldaşlık ilişkilerimizde birbirimizi eleştirirken, kendi feminist yöntem ve düşüncemizin tek doğru feminizm olduğu düşüncesinden uzak durmak nasıl mümkün olabilir? İki kadın sevgili arasında geçen bir olayı, her iki kadının da varlığını ve sesini/sessizliğini tanıyarak nasıl anlayabilir ve tartışabiliriz? Atölye bütün bu sorular ekseninde nihai bir çözüme ulaşma iddiası taşımadan, kimseye mutlak atıflarda bulunmadan ve dönüşme potansiyelimizi sahiplenerek sonuçlandı.             
Kamp boyunca yürüttüğümüz; annelik, militarizm, ekoloji, cinsiyet, cinsel yönelim, aşk, hayvan özgürlüğü, veganlık, patriyarka, erillik, transfobi, homofobi gibi noktalarından geçen tartışmalarımız, vegan feminist politikanın güçlenmesine ve feminist dayanışmanın yükselmesine katkıda bulanması umuduyla…                                                        
    
                                            
        YAŞASIN VEGAN FEMİNİST MÜCADELEMİZ! 

        DOĞAYA HAYVANA KADINA ÖZGÜRLÜK!
                          

 Vegan feministler

28 Ocak 2014 Salı

Teşbihte Hata: "Postmodern Feminizm ve Hayvan Refahı" Üzerine - Kenan Erçel, 2008


Birikim Güncel’de yayımlanan yazısında Gary L. Francione, “bir kadının kendisini cinsel olarak metalaştırma tercihinin bir güçlenme (empowerment) tercihini temsil edebileceğini ve böyle bir tercihin kesin olarak olumsuz biçimde değerlendirilemeyeceğini” savunan postmodern feministler ile “hayvan refahı” ölçütlerine uyulduğu sürece hayvanlardan edinilen mamullerin kullanılmasında sakınca görmeyen hayvan hakları savunucuları arasında bir teşbih yapmış. Bu teşbihe koşut olarak yazar, kadın bedeninin cinsel olarak metalaştırılmasını topyekûn reddeden radikal feminizm ile insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümünü kayıtsız koşulsuz reddeden veganizmi eşleştirmiş. Bilmem yazarın radikal feminist/vegan kampa ait olduğunu belirtmeye gerek var mı, ama teşbihindeki hatalara işaret etmekte kuşkusuz fayda var.

Öncelikle, kadınlar ve hayvanlar arasında mağduriyet üzerinden kurulan bu koşutluk, kadınların eyleyiciliğini (agency) hiçe saymak suretiyle sözde feminizm adına kadınları aciz mahlûklara indirgemektedir. Müşteri çekmek için genelevin kapısında bekleşen kadınlar ile kasap vitrininde baş aşağı sallanan koyunlar arasında pek bir fark yoktur bu anlayışa göre. Öyle ya, ha metalaşmış kadın bedeni ha kurbanlık koyun, ikisi de “et pazarı”. Dolayısıyla, bir “kadının kendisini cinsel olarak metalaştırma tercihi” ifadesi baştan sorunludur, zira söz konusu olan “seks işçiliği” ise ortada bir tercih değil, olsa olsa bir dayatma vardır. Aksi takdirde hangi kadın kendi hür iradesiyle böylesi onur kırıcı ve yıpratıcı bir mesleğe katlanır ki?

Bu soru, masumane tınısına rağmen aslında bizi şu ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır: Ya kadının bu “piyasa”da tamamen edilgen bir konumu olduğuna, tuzağa yakalanmış tavşan misali hasbelkader “kötü yola düştügüne” -daha doğrusu “düşürüldüğüne”- hükmedeceğiz, ya da bile isteye bedenini pazarladığına ve dolayısıyla ahlaki düşkünlüğe teşne, sömürüye müstehak olduğuna. Postmodern feministlerin yapmaya çalıştığı işte bu ikilemde, üçüncü bir ihtimale yer açmak; kadının, bedenini cinsel olarak metalaştırmaktan yana tercih kullandığı ve fakat bu tercihin illa ki olumsuz/sapkın olmadığı durumları görünür kılmaktır.
 
Teslim etmek gerekir ki radikal feminizmin cinsel emek konusundaki toptancı tutumu, onunla arasına eleştirel bir mesafe koymaya çalışan postmodern feminizmi başka tür bir toptancılığa sevketmiştir. Tartışmada öteki uca savrulan kimi postmodern feministler, radikal feministlerin kınadığı cinsel emek biçimlerinin hepsine birden kucak açarak, bunlar hakkında (Francione’nin ifadesiyle) “herhangi bir olumsuz normatif yargıda bulunmayı reddeder” bir duruşa saplanmışlar; karşıt görüştekilerin kara dediğine ak demek inadıyla kadınlar açısından özgürleştirici bir yanı olduğunu iddia etmesi hayli güç cinsel emek biçimlerine sahip çıkar olmuşlardır. Ne var ki, bu karşılıklı bir zıtlaşmadır ve “kendi tavırlarına yönelik her türlü eleştiriyi kabul edilmez bulma eğilimi” ya da “her türlü görüş ayrılığını otomatik olarak mahkum etme” tavrı hiç de Francione’nin iddia ettiği gibi postmodern feministlere has bir tutum değildir. Bunun böyle olmadığını bizzat Francione’nin kendi yazısındaki burnundan kıl aldırmaz üsluptan görüyoruz.
 
Herhalukârda, postmodern feminizmin zaafları radikal feminizmin açmazlarını görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Francione, postmodern feministleri kadınların cinsel sömürüsünü meşru kılmakla itham ederken aslında radikal feminist yaklaşımların da o sömürüyü pekiştirici bir işlev görebildiğini idrak etmiyor. Oysa ki radikal feminizmin cinsel emeğe yaklaşımı toplumdaki genelgeçer ahlakçı kabuller ve yasakçı refkleslerle yer yer epeyi koşutluklar arzediyor. Yine Francione’nin ifadesiyle “kadının metalaştırılmasının doğası gereği sorunlu olduğu düşüncesinden hareketle” radikal feministler, bu musibetin kökünü kurutmak adına cinsel emeği cürümleştiren yasal düzenlemelerden yana çıkabiliyor. Ve fakat bu tür düzenlemeler, cinsel emek veren kadınları kısmen ya da tamamen illegal bir ortamda çalışmak zorunda bırakıyor --ki bu da çoğunlukla kadınların aleyhine, onların sırtından geçinenlerin lehine sonuçlar doğuruyor. Örneğin, genelev haricinde “fahişeliğin” yasak olması, bu mesleği icra eden kadınların ulu orta müşteri aramasını güçleştirmekte ve böylelikle “pezevenk”lerin aracılığına tabi kılmaktadır. Kendi başına çalışmaya çabalayan kadınlar ise mesleğin illegal statüsü nedeniyle tekinsiz ortamlarda faaliyet göstermekte; şiddete maruz kaldıklarında ya da ücretlerini alamadıklarında, kanunen hak arayamadıkları gibi bizzat polis tarafından taciz edilmektedir. Radikal feminizm bu tür istismarlardan doğrudan sorumlu değildir elbette ama cinsel emeği, “doğası gereği  sorunlu” addederek o sorunu ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalara zımnen meşruiyet kazandırmaktadır.
 
Ya da şöyle diyelim: Postmodern feministler pornografi düşkünü erkeklere ne kadar malzeme veriyorsa (Francione’den alıntıyla, “Bunun nesi yanlış? Feministler bile onaylıyor”) radikal femistler de cinsel emekçilere yönelik baskılara o kadar zemin hazırlıyor (“Bunun nesi yanlış? Feministler de onaylamıyor”).

Peki o zaman ne yapmalı? “Metalaşma ve Fahişeliği Yeniden Düşünmek: Fahişeliğe Dair Çekişmede Barışa Yönelik bir Çaba” adlı çalışmasında[1][1] Marjolein van der Veen, tam da bu soruya cevap arıyor. Bu çalışmasında Van der Veen, radikal ve postmodern feminizm arasında süregiden tartışmanın odağını metadan sınıfa kaydırmak gerektiğini öne sürüyor; “kadın bedeninin cinsel bir meta olması iyi midir, kötü müdür?” sorusuna nihai bir cevap bulmaya çalışmaktansa cinsel emeğin hangi sınıf süreçleri içerisinde ifa edildiğini araştırıp tartışmanın cinsel emekçiler açısından daha faydalı olacağını savunuyor. Sınıf perspektifinden bakıldığında, örneğin, bir genelevde, striptiz barda ya da escort servisinde çalışan kadınlarla işverenleri arasındaki ilişkide kapitalist nitelikler öne çıkarken, bir “fahişe” ile pezevengi arasında feodal olarak nitelenebilecek ve kapitalist işletmelerdekinden farklı bir tabiyet ve ücret ilişkisi gözlemleniyor. Kadınların (ve dahi küçük yaştaki kız çocukların) kaçırılıp alıkonulup cinsel hizmete zorlandığı durumlar ise köleliğe daha yakın bir sınıf ilişkisine tekabül ediyor.

Şüphesiz, bu üç farklı sınıf süreci de nihayette sömürüye dayanıyor. Ve fakat burada sömürüyü, söz konusu metanın cinsi ve cinsel mahiyetinden yola çıkarak değil, başka bir çok işkolunda olduğu üzre, emekçinin sırtından geçinen bir şahış ya da teşekkülün varlığından hareketle tanımlıyoruz. Dahası, sömürü ile metayı bu şekilde birbirinden ayrıştırdığımızda; yani sömürünün cinsel emeğe içkin olmadığını savladığımızda aslında şu ihtimali de teslim etmiş oluyoruz: Sınıfsal manada sömürü içermeyen bir cinsel emek süreci mümkündür --ki bundan kasıt, kadınların kendi hesaplarına çalıştığı, -Marksist tabirle- artı değerlerine bizzat kendilerinin el koyduğu durumlardır (örn. açtıkları bir internet sitesi üzerinden kendi pornografik resim ve videolarını pazarlayan kadınlar). Bu bakımdan sınıfsal yaklaşım, radikal ve postmodern feminizmle ne tamamen karşıt ne de tamamen aykırı görüştedir. Kadının cinsel emeğinin tanımı itibariyle menfi bir olgu olmadığını iddia ederek radikal feministlerle ters düşer ama kadınların cinsel emekçiler olarak maruz kaldıkları yaygın sömürüyü inkâr etmez.

Kadınların cinsel bir mübadele ilişkisine girmesinin kendi içerisinde bir sorun teşkil etmediğini öne sürerek postmodern feminizmle bağdaşır ama bu ilişkilerin kadınlar adına illa ki özgürleştirici, güçlendirici (empowering) olduğu genellemesine katılmaz.

Muhtemelen Francione’in nazarında bu (sınıfsal) yaklaşımın postmodern feminizmden ve onun mecazi karşılığı “hayvan refahçılığı”ndan pek bir farkı olmayacaktır. Halbuki veganizmin ilkesel radikalizmine radikal feminizmden çok daha yakındır sınıfsal yaklaşım. İnek/öküz, tavuk/horoz diye ayırt etmeden tüm “hayvanlar alemi”ne sahip çıkar.

[1] “Rethinking Commodification and Prostitution: An Effort at Peacemaking in the Battles over Prostitution”, Rethinking Marxism, vol. 13, no. 2 (Summer 2001).

kaynak: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=413&makale=Te%FEbihte%20Hata:%20%22Postmodern%20Feminizm%20ve%20Hayvan%20Refah%FD%22%20%DCzerine

Postmodern Feminizm ve Hayvan Refahı: Kusursuz Birlik - Gary L. Francione, 2008


Kısa süre önce, her zaman canlı tartışmaların döndüğü vegan forumlarından birinde (Vegan Freak Forums) genel olarak “postmodern feministler” ile “radikal feministler”in tartışması olarak nitelenebilecek bir tartışma yaşandı. Postmodern feministler, bir kadının kendisini cinsel olarak metalaştırma tercihinin bir güçlenme eylemini temsil edebileceğini ve böyle bir tercihin kesin olarak olumsuz biçimde değerlendirilemeyeceğini kabul ederler. Bu feministler genellikle pornografi taraftarıdırlar veya en azından pornografi karşıtı değildirler. Radikal feministler ise, kadının metalaştırılmasının doğası gereği sorunlu olduğu düşüncesinden hareketle bunu reddetme eğilimindedirler. Genel olarak pornografiye, özel olarak da kadınları şiddete ve kötü muameleye maruz kalırken tasvir eden pornografiye karşıdırlar. Toplumsal cinsiyet stereotiplerinin hem erkekler hem de kadınlar açısından zararlı olduğunu düşünür, bunları baltalamanın yollarını bulmaya çalışırlar. Postmodern feministler ise sıklıkla “kadınsı” stereotiplerin kadını güçlendirmeye katkıda bulunabileceğini savunurlar.

Bu tartışma, bazı ilginç ve önemli açılardan, hayvan sömürüsüne toptan son verilmesini savunanlar ile hayvan refahı anlayışını savunanlar arasındaki tartışmaya benziyor. Aslında, postmodern feminizm ve hayvan refahı anlayışı aynı teorinin farklı bağlamlardaki uygulamalarıdır.

I. “Mutlu” Metalaştırma:

Postmodern feministlerin tavrı, insanları kadınların sömürülmesi konusunda rahat bir tutuma sevk eder. Eğer bir kadın seks işçisi olmaya karar veriyorsa, bu güçlendirici bir seçim olarak görülür ve feministlerin bunu desteklemesi gerektiği savunulur. Postmodern feministler,sömürüye dayalı bu kurumlar hakkında veya bu kurumların büyük ölçüde beyaz, orta sınıftan ve eğitimli postmodern feministlerin ayrıcalıklarına sahip olmayan daha alt sosyo-ekonomik sınıflardaki kadınları nasıl etkilediği konusunda herhangi bir olumsuz normatif yargıda bulunmayı reddederler.

Postmodern feministler kadınların kendi kendilerini metalaştırmasını onayladıktan sonra, erkeklerin pornografi veya diğer sömürü şekillerine yönelik tepkilerini anlamak kolaylaşır: “Bunun nesi yanlış? Feministler bile bunu onaylıyor.” Geçen hafta Vegan Freak Forum’da bir postmodern feminist, striptiz barları “ısrarla küçümsediğim” için anti-feminist olduğumu yazdı. Bu tartışmayı okuyan ve böyle bir yere gitmeyi düşünen biri, kendini “feminist” addeden ve kadın çalışmaları programından mezun olduğunu söyleyen birinin onayını almış oluyordu. Gerçekte mesaj çok açıktı: Striptiz barlarına karşı çıkmamak, böyle bir işle meşgul olmaya karar vermiş bir kadına saygı gösterdiğinizi gösterir. Striptiz barlarına gitmek yanlış olmamakla kalmaz, aynı zamanda feministçe bir şeydir. Gerçekten takdire şayan bir düşünce.
 
Burada, bir kadının kendisini bireysel olarak metalaştırma kararını eleştirmekten veya yargılamaktan söz edilmediğini vurgulamak istiyorum. Mesele, cinsiyetçiliğe karşı olanların sömürüye dayalı bu kurumlara karşı çıkmalarının gerekip gerekmediği meselesidir. Postmodern feministler karşı olmamamız gerektiğini söyler, radikal feministler ise karşı olmamız gerektiğini.       PETA’nın postmodern feminizm yaklaşımını kucaklaması ve kadınları, “hayvanlar için” istismara dayalı eylemlere teşvik etmesi hiç şaşırtıcı değil.  Uzun yıllardır “... yapacağıma soyunurum” sloganlarından (bu üç noktanın yerine hemen her şey konabilir), meclisi basan çıplak korsan göstericilere kadar pek çok örnekte cinsiyetçi PETA göstericilerine aşina olduk. Radikal feministler insandışı canlıların metalaştırılmasına karşı çıkan bir hareketin insanın metalaştırılmasına da karşı çıkması gerektiğini savunduğunda, PETA kendisine destek çıkacak postmodern feministlere güvenebilir.

Nitekim postmodern yaklaşımın arkasında yatan aynı düşünce yapısının hayvanlar için de geçerli olduğunu ve yıkıcı sonuçlara yol açtığını görebiliyoruz. Peter Singer, PETA ve HSUS, hatta “hayvan hakları” tavrını temsil ettiğini iddia eden hemen hemen bütün hayvan refahı grupları, sömürülen hayvanlara karşı davranışımız “insanca” olduğu sürece bunun ahlaken meşru olabileceğini savunmaktadır. PETA’dan ödül alan hayvan bilimleri uzmanı Dr. Temple Grandin’ın onayladığı mezbahalarda üretilen hayvan ürünlerini, veya Whole Foods gibi PETA’nın hayvan refahı standartlarına uyduğunu ilan eden şirketlerin ürünlerini, veya sözümona “kafessiz” çiftliklerde üretilen yumurtaları tükettiğimizde “vicdanlı hepçiller” olabiliriz ve kendimizi hayvan ürünlerini tüketme “lüksünden” mahrum etmemize gerek kalmaz.

Singer, PETA ve benzerlerinin bu konudaki onayından sonra, ne zaman veganlığı teşvik etmeye çalışsak sık sık şu cevaplarla karşılaşmamızı anlamak da kolaylaşır: “Et (yumurta, peynir, vb.) yemenin nesi yanlış? Hayvan hakları savunucuları bile bunu onaylıyor.” PETA, McDonald’s’ın fast-food sektöründe hayvan refahının geliştirilmesine “öncülük” ettiğini söylüyor, meşhur Jane Goodall da Stonyfield Süt Ürünleri şirketinin yıldız savunucusu konumunda. Postmodern feministler nasıl insanları kadınları sömüren pratiklere katılmak konusunda rahatlatıyorlarsa, hayvan refahı hareketi de insanların hayvan sömürüsünden rahatsızlık duymamalarına neden oluyor. Bir striptiz barına gidip “kucak dansı”nın keyfini çıkarırken aynı zamanda bir “feminist” olabilir, hayvan koruma örgütleri tarafından onaylanan ”kafessiz” çiftlik yumurtalarını ya da etleri yiyerek de bir “hayvan hakları” savunucusu olabilirsiniz.

Kısaca, postmodern feministlerin kadınlar için “mutlu” metalaştırma gibi bir anlayışı üretmiş olmaları gibi, hayvan refahı savunucuları da “mutlu” bir et ve hayvan ürünleri sektörü yaratmayı başardılar. Seks endüstrisindeki kadınların tecavüze uğradıklarını, dayak yediklerini ve uyuşturucu bağımlısı haline getirildiklerini göz ardı etmek nasıl postmodern feministlerin işine geliyorsa, en “insanca” koşullar altında üretilenler de dahil bütün hayvan ürünlerinin hayvanların korkunç derecede acı çekmesine dayandığını göz ardı etmek de hayvan refahını savunanların işine geliyor. Ve her iki grup da, muhatapları nasıl muamele görürse görsün, kadınların ve hayvanların metalaştırılması gibi doğası gereği yanlış olan bir olguya göz yumuyorlar.

Hem postmodern feminist duruş hem de yeni hayvan refahı duruşu statüko ideolojisini yansıtır. İkisi de, hayvanları birer mülk olarak kabul eden, kadınların kişiliğini de fetişleştirilen beden parçalarına ve beden imgelerine indirgeyen mevcut durumu pekiştirir. Her ikisi de, özünde son derece gerici olan bir mesajı gülümseyerek onaylar.
 
En azından bazı feministler ile hayvan refahı savunucuları arasındaki diğer bir dolaysız ilişkiyi de belirtmem gerekiyor. Bazı feministler hayvan hakları anlayışını reddettiklerini ileri sürdüler, çünkü onlara göre haklar “ataerkil”di, bunun yerine insan dışı hayvanlara karşı yükümlülüklerimizi “şefkat etiği” çerçevesinde belirlememiz gerekiyordu. Yani bu feministler, hayvanları kullanmamızı her koşulda yasaklayan evrensel kuralların varlığını reddederler; onlara göre, hayvan kullanımının ahlakîliği, uygulamadaki koşullarda şefkat etiğinin belirli değerlerinin gözetilip gözetilmediğine bakılarak belirlenir. Şurası ilginçtir ki, bildiğim kadarıyla hiçbir feminist tecavüzün ahlakîliğinin şefkat etiğine bağlı olduğunu savunmuyor; bütün feministler tecavüzün hiçbir koşulda meşru olmadığını haklı olarak kabul ederler. Fakat bunun, kadınların tecavüze uğramama hakkı olduğunu söylemekten hiçbir farkı yoktur. Demek ki bu feministler insanlar söz konusu olduğunda hak-tipi bir korumayı kabul ederler, ama insan dışı canlılar söz konusu olduğunda bunu kabul etmezler. Tabii ki bütün feministler bu tavrı benimsemez, ama kendilerini hayvan savunucusu addeden ve hayvan refahı anlayışını savunan bazıları hayvan haklarına alternatif olarak şefkat etiğini benimserler. (Yakında yayımlanacak olan, Animals as Persons: Essays on the Abolition of Animal Exploitation adlı kitabımda hayvan hakları ve şefkat etiğiyle ilgili bir bölüm yer alıyor.)

II. İzin Verilmiş Kurallar Üzerine Söylemler:

Postmodern feministlerin ve hayvan refahını savunanların dayattığı söylem kuralları arasında da paralellikler mevcut. Her iki grup da kendi tavırlarına yönelik her türlü eleştiriyi kabul edilemez bulma eğilimindedir. Postmodern feministler, “kendini metalaştırma olarak feminizm”i kabul etmeyen radikal feministleri “ataerkil”, “baskıcı”, “saldırgan”, “güçsüzleştirici” olmakla suçlarlar. Hayvan refahını savunanlar da refahı artırmaya dönük reformlara yöneltilen her türlü eleştiriyi “yıkıcı”, “bölücü” ve “hayvanlara zarar verici” olmakla suçlar. Postmodern feministler de hayvan refahını savunanlar da, sık sık, kendileriyle aynı fikirde olmayanların bu tavırlarından vazgeçip onları desteklemeleri anlamına gelen “harekette birlik” çağrısında bulunurlar. Radikal feministlerin veya hayvan kullanımına toptan son verilmesini savunanların bu konularda temellendirilmiş söylemler geliştirme çabaları, kadınları veya insandışı canlıları özgürleştirme çabalarını engelleyen, boş, elitist “entelektüel” veya “akademik” girişimler olarak görülüp reddedilir.

Bu söylem tarzı, gerici sağın taktiklerini yansıtmaktadır. Her türlü görüş ayrılığı otomatik olarak mahkûm edilir ve temellendirilmiş tartışma çabaları, hâkim sömürü ideolojisini sürdürmekten başka işe yaramayan sloganlar veya boş retorikler uğruna reddedilir.
 
Böylesi taktiklerin, ilericilik iddiasındaki toplumsal hareketlere de sızmış olması çok yazık, ama pek de şaşırtıcı değil.

kaynak: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=397&makale=Postmodern%20Feminizm%20ve%20Hayvan%20Refah%FD:%20Kusursuz%20Birlik

ETİN CİNSEL POLİTİKASI - Hande Öğüt


Etin cinsel politikası


“Kasaba bakıyordum, istiyordum onu.
Oysa kan lekeleriyle dolu önlüğünün sardığı
koca göbeğiyle çok çirkindi. Ama eti çekiyordu.”

Kadın porno edebiyatının “İncil”i addedilen The Butcher’da (Kasap) böyle yazar Alina Reyes. Sıcak Ten adıyla sinemaya da aktarılan romanda, kan kokan pis bir kasapla yaşadığı ilişkiyi anlatır tüm çıplaklığıyla. Bir kadın neden et kesen, ete giren ve tüm yaşamı “et”i arzulamak üzerine kurulmuş bir erkeğe arzu duyar ki? Salt bir fantezi, bir fetiş olarak açıklama kolaycılığına düşmez Reyes, çünkü etin cinsel politikası içinden yazar; kadına reva görülen kanlı dünyayı dönüştürme umuduyla yazar...

Carol J. Adams, The Sexual Politics of Meat’de pornografi, fahişelik, tecavüz, dayak, reklam ve medya sektörünün elinde parçalanarak tüketilen kadın bedenine ilişkin “kayıp gönderge” kavramını ortaya atar. Bu kayıp gönderge yapısında, nesneleştirme ve parçalama süreçleri görünmez kılındığı, tüketilen nesne bir geçmişe, tarihe ve bireyselliğe sahip bir varlık olarak algılanmadığı için şiddet haklılaştırılır. Reyes özellikle bir kasabı, arzulanır bir cinsel varlığa dönüştürerek süreci tersine çevirir. Çünkü neyi, daha doğrusu kimi yiyeceğimizi, kime aşık olacağımızı ve cinselliğimizi nasıl yaşayacağımızı partiyarkal politika belirler ve et ile ilişkilendirilen teamüller erk/eklik etrafında döner. Et yemek bir erkek ayrıcalığıdır; ona sahip olarak tüketmek de elbette. Adams The Pornography of Meat‘de de yine popüler kültürün, reklamların ve pornografinin “eğlence” adı altında kadınlara ve hayvanlara yönelik düşmanca ve aşağılayıcı tavırlarını irdeler.

Fallik iktisadı parçalayıp eril merkeziyeti bozuşturan bir dil kuran, kadınların da porno yazacağını ama nasıl yazacağını gösteren Alina Reyes, 7 Gece’de bir tersinleme yaparak ete indirgenen kadını değil, cinselliğin yaşanma sürecini parçalara böler. Bir yıl boyunca yazışan, nihayetinde bir otel odasında buluşan çiftin geçirdiği yedi gecedir bu. İlk gece dokunmak dahi yasaktır, kadınsı tapınağın açılacağı ve kanın akacağı yedinci gece için beklemek gerekir, ki sabır en büyük erdemdir. Kutsi hazza ulaşmak için zevki geciktiren Uzakdoğu’nun taocu seks felsefesinden ve Hindistan’ın hazzı yararlılık değil kendinde bir gerçek olarak ele alan “ars erotica” anlayışından ilhamla yazdığı kitapta gerçek aşkın bir sanat meselesi olduğunu söyler Reyes; çünkü “Bir sanat eseri olan kişinin kendisidir, tanrının eseri olan şey, gerçek anlamda sevmeye ve sevilmeye duyarlı insandır.”

Peki tanrının eserini yok etmeye kendilerini muktedir kılan kasaplara ne demeli öyleyse? Romanlarını “et”, “kan” “acı” ve “haz” kavramlarını bağıntılayarak kuran Reyes, kirli parmaklarıyla dünyayı yeniden boyamadan duramaz. Çünkü dünya zaten kirlenmiştir ve bireysel hafızamız, kolektif hafızanın izdüşümlerini içerir. Patriyarka, insan-hayvan ilişkilerindeki şiddeti ürettiği sürece “erkeklik”, avlamak, et yemek ve ezilen bedenler üzerinde denetim kurmakla eşdeğer bir olgu olarak kutsanacaktır. Ki İsrail tanklarına taşla direnmeye çalışan halkların, Bosna’da, Kosova’da yaşanan soykırımın, Somali’de, Irak’ta açlıktan ölen bebeklerin, tecavüze uğrayan binlerce kadının, Şatila kasabı Şaron’un, Halepçe katliamının, Bosna-Hersek savaşının, Hitler’in, Saddam’ın, Stalin’in, Hiroşima ve Nagazaki kıyımlarının varolduğunu bu dünya zaten kocaman bir av sahası; eril gücün kılıcını kuşananların mülkiyetinde devasa bir mezbahadır.

Etin göze ve hafızaya içkinliği

Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez’de et ontolojisinin, bedenin cinsiyetli bir varlık olarak betimlenmesiyle oluştuğunu belirtir. İktidar ten aracılığıyla işler. Beden yaşadığı dünyayı yönelimleriyle dokur ve bu dokuma faaliyeti dolayısıyla dünyayla aynı etin dokusunu paylaşırız. Dünya, bedenimi yansıtır, etime geçer; dünya ile etim arasında birbirine geçme, birbirine el koyma ilişkisi hakimse dünyanın elde edilme isteğinin, et aracılığıyla karşılanması normal değil midir?

Alina Reyes, Ulusal Cephe lideri Jean Marie Le Pen'i hedef alarak yazdığı Poupee Anal National’da, Le Pen’in sağcı politikasının kendi yazısından çok daha müstehcen olduğunu anlatmaya çalışır. Fransa’yı birbirine katan romanda, genç ve güzel bir kadın gizli gizli parti toplantılarını izlemeye başlar, zamanla konuşulanlar kadında tuhaf erotik çağrışımlar yapmaya başlar ve sağ parti lideriyle yattığını düşler. Derken düşler giderek şiddetlenir ve kadın kocasının yerine geçmeye karar vererek onu öldürür.

“Fransa’da olup bitenler beni korkutuyor. Ama daha da korkutucu olan Fransa’nın, Le Pen’in ırkçı söylemine alışmaya başlaması,” diyen Reyes, bu şiddete, şiddet ile karşılık vermek, edebi olarak direnmek ister, tıpkı Lilith adlı romanında yaptığı gibi... Lilith, Havva’dan önceki ilk kadındır ve Adem’in kaburgasından değil, onun gibi kilden yaratılmış olduğunu savunduğu için cennetten kovulur. İlk muhalif, ilk feminist Lilith’i dişi bir şeytana dönüştürür Reyes. Cennetten kovulunca düşsel kent Lone’ye gider, erkeklerin kan ve spermlerini emerek intikam alır.
Erotizmi ve mitolojiyi harmanlayan, eserlerini kanla, etle ilişkilendiren Reyes, klasik anlamda bir porno yazarı değildir. Toplumsal cinsiyet rollerini, kabulleri, iktidarın tene içrek denetim mekanizmasını, ayrılıkçı politikaları eleştirir; çıplaklığı, içgüdüyü ve kadının vahşi doğasını yüceltir. Ama kanla yazılmış dünyada uyku tutmaz onu; tutsaydı dört çocuk annesi Reyes’in “böyle” pornografik şeyler yazması mümkün olur muydu?

7 Gece’nin sonunda, birbirlerinin içine geçtiklerinde adam uyuyakalır ama kadını bir şey engeller: “Hiçbir şey göremezken neden gözlerimiz sonuna kadar açık karanlığa bakarız?”

Merleau-Ponty, iç içe geçme ve kesişim kavramlarını kullanarak gören-görülen, dokunulan-dokunan ilişkisindeki kesin belirlenimleri ortadan kaldırır:
“Bakışım şeyleri sarar ve onlara kendi etini giydirir. Nasıl oluyor da bakışım şeyleri sararken onları benden gizlemiyor; nasıl oluyor da şeyleri örterken onların örtüsünü açıyor?”

Görülür bir şey ile o şeyin rengi arasında her ikisinin de destekçisi olan, her ikisini de besleyen ancak şeyin kendisi olmayan bir doku vardır, şeyin etidir bu... Franz Kafka ile Milena Jesenska aşkının ekseninde, toplama kamplarında yaşanan acı, aşağılanma ve hüznü aktardığı ve bence en anlamlı romanı olan Hayaletler Önünde Çırılçıplak’ta, yine etin cinsel politikası ve ontoloji çevresinde döner Reyes. Milena, toplama kampında ve hastadır. Kafka’yla yaşadığı ve asla gerçek bir kadın erkek ilişkisi boyutuna erişemeyen aşkı sorgulayan ve karşısındaki erkeği anlayan, anımsayan uzun bir mektup yazar: Kalemsiz, kâğıtsız; sadece düşüncelerinde.

Kafka’nın gri gözleri, Milena’nın etinin içinde boğulmak istercesine onun yüzüne dalar ama gözlerindeki korkuyu silip atamaz. Çünkü o ilksel ve ilkel bir varlık anlayışına geri dönme gereği duyarak bedenin dünyada algı ile varolmasını, şeylerin etiyle bedenimizin etinin iç içe geçişiyle ilgili düşünür yeniden yeniden. Duyumsanan şeyler, duyumsayanda kendilerine döner; tensel mevcudiyetlerin birbirlerine iletilmeleri söz konusudur. Totaliter bir bürokrasi çarkının içine, nefret ettiği Prag kentindeki gettoya sıkışan Kafka, hep dışarı çıkmak ister, çünkü içeridedir ve bir kez daha içeri girmek istemez. Çabası “dışarı”nın da kendine ulaşmasıdır. Dünyayla ilişkisi yönelimsellikle kurulan bedenin bedensel hafızası devreye girer özellikle de etin bireysel bellek olduğu durumlarda; bir kasap dükkânında, çıplak bir kadın karşısında veya cinsellikte... Reyes’in aktardığı gibi, Milena, Kafka’nın et yemeyi, sevdiği kadının içine girmeyi reddetmesini aklın içinden anlamlandıramaz. Ancak “şeylere” girmek için, onu kendinde tutacak her şeyden, imgeden, düşünceden, temsilden, her türlü öznellikten sıyrılmalıdır; hiçbir şey ikamet etmemelidir bilincinde. Ki bu mümkün değildir. Bir hastalıktır etten tiksinti Kafka’ya göre, çünkü hasta olan öncelikle içinde yaşadıkları dünyadır:
“İnsanın, insan bedeninin böylesine değer yitireceği bir dönemin görücüsü olan o, kendi etinin iştahını doyurursa,

istemediği halde bu kıyıma katılmış olmaktan nasıl korkmazdı?”
Milyonlarca suçsuz insanın parçalandığı günümüzde, Alina Reyes’nin kitaplarına “müstehcen” diyerek etin cinsel ontolojisini ıskalayanlar, şiddetini tenlerimize masseden kasaplardan başkaları değildir elbette. Ve onlar asla korkmaz, asla doymazlar...

ALİNA REYESThe Butcher, Grove Press,1996
Lilith, Çev: Nermin Acar, Güncel Yayıncılık, 2000
Hayaletler Önünde Çırılçıplak, Franz Kafka ve Milena Jasenska’ya Dair,
Çev: Aykut Derman, Doğan Kitap, 20047 Gece, Çev: Buket Yılmaz, Okuyan Us Yayınları, 2006

Kaynak: 
http://kritisyen.blogspot.com/2008/05/etin-cinsel-politikasi.html

ETİN CİNSEL POLİTİKASI - Hande Öğüt (2008 Mayıs)

Tek Boyutlu Kadının Yükselişi - Hande Öğüt


Feminist iyilik meleği Maeve Binchy ve FEMİNİZMİN İÇİNİN BOŞALTILMASI



Marcella, ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Tüm istekleri yerine gelmişti. Tom Feather gibi, her genç kızın hayalini süsleyen yakışıklı ve sevecen bir erkeğe sahipti. Bundan başka iki de defileye katılmıştı: Biri örgü giysilerin tanıtımını yapmak, diğeri ise bir yardım derneği yararına para toplamak üzere yapılan iki defilede amatör mankenlerle podyuma çıkmış, bol bol resim çektirmişti.

(Aşk Mutfakta Pişer, Maeve Binchy)


90’lardan bu yana ortaya çıkan bir kadın modeli var ki tüm anlatıların, senaryoların, başarı hikâyelerinin başrolündeler; dergilerde, dizilerde, filmlerde, romanlarda kahraman onlar… Sadece son moda saç, giyim, makyaj, kozmetik, estetik cerrahi, konuşma, tonlama, bakma biçimleri değil, amaçları, araçları, izledikleri, okudukları, bayıldıkları filmler, diziler, kitaplar da aynı! Hepsi ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş, ipleri eline almış, hayattan ne istediğini bilen kadınlar. Güçlü, güzel, zarif, beyaz, bakımlı, başarılı, şık, mutlu, hem kariyer, hem aile sahibi… Ve tüm bu özellikleri dolayısıyla istemeseler de “feminist”ler!


Feminizmi tercih etmemiş olsa da faydalarını gören Beyonce, erkeklere dair şansının bu güne kadar yaver gitmesini bir tek “şey”e bağlıyor: Feminizm! En yakışıklı, en zengin, en popüler erkeği elde etmek, iş hayatında en güçlü erkeği geçmek, evlilik ve annelik, varlıklarının biricik nedeni yeni Viktoryenlerin! İdeolojik feminizm gerilerken, kadınların iyi anne, harika eş, başarılı işkadını, güzel, bakımlı ve dirençli olmalarını sağlayan bir program olarak işleyen popüler feminizm, yapısal bir analizden, hakiki bir öfkeden, müşterek taleplerden yoksun, postmodern iktidar yapısına eklemlenerek yükseliyor, yayılıyor.

“Tek Boyutlu Kadın”da, 19. yüzyılın liberal feminizminden bugüne gelinen süreçte, feminizmin yarattığı kadın olgusunu sorgulayarak feminist hareketin gittikçe küçülmesinin nedenlerini araştıran İngiliz felsefeci Nina Power, özellikle liberal feminist hareketin kazanımlarıyla modern şehirli kadının ‘başarılı’ imajıyla iş dünyasının önemli sembollerinden biri haline geldiğini vurguluyor. Bunda içi boşaltılmış feminizmin etkili olduğunu belirten Power’ın önemli tespitlerden biri, kapitalizmin feminizmle uzlaşma noktası. Moda, diyetler, güzellik salonları, kuaförler, alışveriş, dans, popüler aşk romanları, melodramlar kısaca her şey feminist artık! “Özgürleştirici feminizm”, bire bir “özgürleştirici kapitalizm”in ağlarıyla örülüyor, ana örüntünün içinde yuvalanıyor. Kadının kurtuluş isteği, kendini gerçekleştirmekten değil, tüketimden, daha iyi görünmekten, harikulade hissetmekten geçiyor.
Tarihsel ve politik boyutundan soyulup bir kişisel gelişim retoriğine dönüştürülen; sınıfsal, cinsel, ırksal, ekonomik ve toplumsal farklılıkları yoksayan bu homojen feminizm anlayışının tüm müritleri şaşırtıcı biçimde aynılar; sanki robot, sanki uzaylılar!

Olabilirler mi?

Ira Levin’in “The Stepford Wives” (1972) adlı romanında her dem bakımlı, şık, mükemmel ev hanımı, anne ve eş olabilen kadınların, aslında bir robot olduğu ortaya çıkıyordu. Eşit haklar isteyen, onlardan daha çok kazanan, başarılı olan karılarını robotlarla ikame ediyordu erkekler. 1975’te Bryan Forbes tarafından beyazperdeye aktarılan ilk versiyonda, kadınları öldürüp yerlerine robotları geçiren erkeklerdi. 80’de Frank Oz tarafından çekilen ikinci filmdeyse kadınları robotlaştıran teknolojiyi geliştirenin, kocası tarafından aldatıldığını öğrenince “deliren” bir bilim kadını olduğunu görüyorduk. Kadınlar da kadınlara düşman olmaya başlamışlardı.

Düşmanlık sadece şiddetle, kinle, öfkeyle görünür kılmaz kendini. Yüceltilenin içinde vardır, uyuşturucudur, robotlaştırır, körleştirir. Son yıllarda kadınlar tarafından ilahe haline getirilen Maeve Binchy’nin kitaplarındaki kadınları, Stepford Kadınları’na, Binchy’yi de kadınları robotlaştıran teknolojiyi kullanan, kadın düşmanı bir eski feministe benzetiyorum ben. Kadınların yanında durur gibi görünerek, ataerkil söylem ve sistemi besleyen, kadınlık ideallerini, eril erkin anlam örüntülerinde temsil eden ama yine de her kitabı, hadsiz hesapsız satarak, kadınların baş tacı olmayı sürdüren Binchy’nin sırrı, popüler feminizmin uyuşturucu büyüsünde hiç kuşkusuz…
Ne zaman bir kitapçıya girsem, “en çok satanlar” rafında yeni bir Maeve Binchy kitabına ve onu yanındaki arkadaşına “mutlaka” tavsiye eden bir kadına rastlarım. Ne mükemmel, ne üretken bir yazar! Romanla ilgili övgü dolu sözler, kadınlar tarafından hazırlanan blog sitelerinde anında yerini alır. Kahramanları da, okurları da kadınlardır. Eğitimli, kentli, orta sınıf, her yaştan kadın… Kendi ayakları üzerinde durabilen, ekonomik özgürlüğünü kazanmış, evliliğini, işini, anneliği bir arada yürüten çağdaş kadınlar; evliliği düşleyen, düğün hazırlıklarındaki genç kızlar; feministler. Erkekler, sevgililer, aldatan kocalar, güzellik, genç ve formda kalmak, yemekler, mutfak, çocuklar, alışveriş ile ilgili konularda şikâyet edebilmeyi özgürleşmek sanan, gündelik rutin gerçeği, bütünsel gerçekliğin ta kendisiymiş gibi gören, sadece kendileri yararına meşgul ve aktif kadınlar...

Onları birbirine yaklaştıran, tarihsel ve toplumsal bir bilince sahip olmaları değil, ışıltılı bireysel yaşamları, gündelik olandaki ortaklıkları daha çok. Öyle ya, zihinsel yetilerinin “eksikliği” yüzünden büyük anlatıları erkeklere bırakarak; tarih, kültür, ideoloji, siyaset gibi sorgulanması mümkün olmayan kavramların arasında kendilerine ancak gündelik hayatın sığınağında yer bulabilir kadınlar!

Kitapları popüler aşk romanları, pembe diziler ve melodramlarla pek çok yapısal, ideolojik, tematik benzerlik taşısa bile yine de Maeve Binchy, türün öncüleri Barbara Cartland, Danielle Steel, Jackie Collins vb. ile aynı kefeye konacak bir yazar değil. Çünkü o bir feminist! “İrlanda feminist hareketinin ilk kadın editörü”. Ne var ki bu tırnakiçi malumat dışında, “üstlendiği aktif rollere”, harekete katkısına, çalışmalarına dair bilgi edinmek mümkün değil. Sanki çok da üstünde durulmayacak bir geçmiş gibi, evlenip, eşinin de desteğiyle yazarlığa başlamadan önce yaşanmış bir genç kızlık hevesi gibi! Birbiri ardına basılan kitaplarında feminist kahramana, doğrusu “ayrılıkçı feminist” kahramana rastlamak mümkün değil zaten. Ama içinden çıktığı feminist “geleneğe” ve oyunun kurallarına pek sadık Binchy.

Maeve Binchy Romanlarının Dip Akıntısı: İrlanda Feminizmi

Britanya iktidarına karşı milliyetçi isyanın bir parçası olarak gelişir Maeve Binchy’nin ülkesinde feminizm. İngiliz-İrlanda savaşında kadınlar, çoğu kez tehlikeli bölgelerde gözcü, ulak, istihbaratçı ve hemşire olarak görev alırlar. Milliyetçi söylemde son derece değerlidir kadın; ulusun ruhunu simgeler, bir fedakârlık abidesi ve annedir, güçlüdür, ancak özerk değildir. Erkekleştirilmiş hafıza ve erkekleştirilmiş ümitten kaynaklanan, milliyetçilik ile iç içe bir feminist düşüncede kolektif bir toplumsal aktör olarak kadın “doğal” olarak erkeklerden farklı ve onlardan daha iyi biridir. Ancak egemenlik kazanıldığında İrlanda mücadelesine bağımlılıkları ve iyilikleri ödüllendirilmez. Serbest İrlanda Cumhuriyeti, yerine geçtiği devlet kadar ataerkildir. Zaman zaman erkek elitler, modernleşmenin bir göstereni olarak kadın haklarını desteklese de geniş tabanlı bir kadın hareketi oluşturma yönündeki her girişim, siyasi ve dini kimliklerin çatışması yüzünden sonuçsuz kalır.

70’lere gelindiğinde, neredeyse tek bir kadın hareketi vardır Kuzey İrlanda’da. Esas itibariyle eğitimli orta sınıf kadınlarından oluşan bu hareketin merkezi ilgi alanıysa kadın meseleleridir. 1980’lerde yeni dalga feminizminin “lider kadrosu” işçi sınıfından kadınları büyük ölçüde ihmal edince, işçi kadınlar kendi aralarında örgütlenerek, Protestan ve Katolik bölgelerdeki yerel kadın merkezleri etrafında birleşirler. Yerel cemaat temelindeki kadın merkezleri, lider kadroya meydan okur, kadınlara yeni bir ufuk açar gibi görünse de kadının tarihselliği, sınıfsallık, politik ve cinsel kimlik meselelerinden uzakta yerel ve gündelik olana hizmet eden bir yapıya dönüşür. Siyaseti kaale almayan, gündelik hayatın sıkıntılarıyla -erkekler, çocuklar, kocalar, aşk, güzellik, diyet, sağlık- yorulan kadınlara hitap eden merkezlerin kadınların kendilerini geliştirmelerine yönelik açtığı meslek kursları ve zanaat atölyeleri, genç anneleri, genç kızları, yemek pişirme ve dengeli beslenme meraklılarını, emekli kadınları bünyesinde toplar. Faaliyetlerinin bu kadar etkin olmasının nedeni günlük hayatların, ihtiyaçların, ortak ilgilerin yarattığı sağlam zemindir. Ancak “Mesafeyi Aşmak, Barış Mücadelesinde Kadınlar” adlı kitabında Cynthia Cockburn’un belirttiğine göre -kendini “kadınların kolektif feminist sesi” olarak adlandıran Kadın Destek Ağı hariç- yerel kadın merkezlerinde, erkek nefreti ve cazgırlık ya da orta sınıf küstahlığı olarak görüldüğü için “feminizm” kavramından pek hoşlanılmaz. Yine de feminizmi istedikleri gibi yapısöküme tabi tutup sınırlamaktan, içinde rahat edecekleri bir aidiyete dönüştürerek tanımlamaktan vazgeçemezler. Aile feministleri, bu gruplardan biridir. Maeve Binchy, daha da fazlasıdır.

Ekonomik özgürlüğünü kazanan ancak, sekreter, aşçı, pansiyoncu, resepsiyon görevlisi, metres, aşçı, hemşire, kuaför, manikürcü, manken, evkadını, terzi, çocuk bakıcısı, anne olmaktan öte gidemeyen, kermesler, hayır davetleri düzenlemek, yemek yapmak, alışveriş etmek, hep güzel ve bakımlı kalmak, tapılacak kadın ve hanımefendi olmaktan kendilerini gerçekleştirmeye zaman bulamayan kadın kahramanlarıyla ailemizin feministi Binchy, kapitalist etiğin liberal bireyciliğini de sahiplenerek, kadın özgürlük mücadelesinin tüm kazanımlarını buharlaştırmak, feminizmi araçsallaştırmak ve ehlileştirmekle kalmayıp içini tümden boşaltır.
Aşk acısı çekse de sonunda “başaran”, hayatı yeniden tozpembe kılan, “kafayı yemekten” şikâyet etse de özgürce deliremeyen, tek hayali dünyanın en yakışıklı, zengin erkeğiyle, lüks bir düğünle evlenip onu elde tutmak olan kadınlardır anlattıkları… Kendini erkeğe beğendirmesi, elde etmesi, onu belli koşullarda geçmesi gereken kadınlar! Liberal demokrasi ve tüketicilik taahhüt eden bir dünyanın içine boğazına kadar batmış tek boyutlu kadınlar ve onların sürekli pazarlanan, dolaşıma sokulan, mistifike edilen imgesi...

Herkese Hak Ettiği Kadar Feminizm!

Maeve Binchy’nin dilimize son çevrilen feminizm, toplu seks, bakirelik, cinsellik, lezbiyenlik gibi “cüretkâr” meseleler üzerine tüm düşüncelerinin billurlaştığı “Her Durakta Aşk”ta yer alan “Feminist İyilik Meleği” adlı öykü, yazarın “femme-capital” söyleminin doruk noktası! Kadınların profesyonel kariyerlerini inşa ederken hegemonik erkekliğin unsurlarını kendilerine tahsis etmelerini meşrulaştıran bir mesel! Eve, sekreterlik yaparak patronu kadınları rekabetçi kapitalizme adapte eden, oyunu kuralınca oynayan bir feministtir:

“Eve, Süpermen ya da Zorro gibidir biraz, gelip bir sorunu çözer, sonra bir şekilde ortadan kaybolur. Gerçekten inanılmaz bir kadındır.”

Son müşterisi Sara, onun bu denli keskin bir feminist olmasını garipser:

“Neden böyle hissettiğinizi bana söylemeyeceksiniz herhalde. Demek istediğim, başınıza bir şey mi geldi, Eve, bu kadar keskin olmak için o kadar, o kadar gençsiniz ki.”

Sara böyle düşünmekte çok haklıdır zira feminist olmak için gençliği, diriliği, güzelliği yitirmek gerekir. “Feminist düdükler”in, yüksek sesle konuşan bakımsız cadalozların arasına girebilmek için ancak bir kaza geçirmiş olmak gerekir. Feministler ve lezbiyenler, başlarına bir uğursuzluk gelenlerdir. Oysa Eve, keskin değil aksine yapıcı olduğunu tekrarlar:

“Bunu hak eden bazı güçlü, iyi kadınlar için biraz adalet sağlamaya çalışıyorum sadece.”

Tüm bunlara parası yetebilecek güçte ve yettiği için “iyi” olan kadınlara “adalet” satan, melek feminist, cilt ve saç bakımı seansları, golf turnuvaları, yeni giysiler ve pahalı kozmetikler yardımıyla bunu hak eden kadınları, vahşi ataerkil piyasanın patronlarına dönüştürür. “Yöntem” (feminizm) tüm müşterilerinde başarıyla işlemiştir. Erkeklerin kurallarıyla mücadele ettiğinin de bilincindedir bir yandan ama başka bir yol varsa bile o bulamamaktadır:
“Bunun içeriden mücadeleden daha iyi bir yolunu bilmiyorum. Sistemi kullanmak gerekiyor.”

Sözde kendini politik olarak doğrulayan bu pişkin zihniyette, hâkim olma istenci, erkeklerle boy ölçüşme, kazanma yarışı, kapitalist tüketim, kadın mücadelesinin yapıtaşları haline gelmiştir. Kadınlar eşitsizlikten ancak fallusa sahip olmaya çalışarak, yani oğlanlar kulübüne girerek kurtulabilirler. Dişiyi yeniden anlamlandırmaya çalışan bir feminizm anlayışı, söz konusu bile edilemez. Bir kadın, tüm kadınlar, hatta insanlar için bir çözümden (Marksizm) değil, kendi bireysel kadınlığından (burjuva) hareketle kadınlardan yana gözükmektedir.

İki cinsiyet arasında ahlâki bir eşitlik yerine, rekabetin hegemonik söylemini kural haline getiren bu liberal kavrayışın sloganı -“Kadın isterse yapar”-, kadınların önünde özgül engeller bulunmadığını da varsayar. Sanki tüm kadınlar aynı ekonomik, sınıfsal, kültürel, etnik ayrımların, toplumsal cinsiyete ait pratiklerin içinde varoluyorlarmışcasına, sanki farklı ezilme biçimleri yokmuşcasına…

Ama bazı kadınlar “istese de yapamaz”, çünkü öncelikle bu sloganın cinsiyetkörü sahiplerinden icazet alamaz. Evlilik vaadini yerine getirmeyen bir erkeği mahkemeye verip, ne var ne yoksa elinden almak isteyen “ahmak” bir kadının, avukatı ile mektuplaşmalarından oluşan “Bu Kadar Akıl Ancak Kadında Bulunur” adlı öykü, kadınların “mühim” işlerde sadece ve sadece erkeklere güvendiğinin kanıtıdır:

“Filmlerde insanlar sarı sayfaları açarlar ve kendilerine en uygun avukatı şıp diye bulurlar, ama ben çeşitli avukatlık bürolarına şöyle bir göz attım ve hiçbiri bana aradığıma yakın bir yer gibi gelmedi. Hepsi dosyalar ve klavyelerin başında oturan kızlarla dolu.”

Haksız mı? Bir kadını her durumda ve her şekilde bir başka kadın değil, ancak bir erkek kurtarabilir!

Seks erkekler, cinsellik evlilik içindir!

Okuru bir dizi ideolojik söylemi doğal ve geçerli kabul etmeye konumlandırmak isteyen anlatı yapısı, dil kullanımı, karakterleri ve temalarıyla Binchy, ilk kitabı “Bir Dilek Tut Benim İçin”den itibaren kadın özgürlüğü, eşitlik ve aşk masallarıyla erkeklerin idealini kadınlara aşılayarak eril düzeni sürdürmeye hizmet ediyor:

“Erkeklerin kendilerini kontrol edemediklerini sen de biliyorsun. Bu dürtünün Tanrı tarafın bedenlerine ekilmiş bir tohum olduğunu. Hani herkesle yapmak istemeleri de bunu kanıtlamıyor mu? Tanrının niyeti de bu yönde. Ya da istersen doğa yasası de… Dünyanın her tarafındaki erkekler bu işe delicesine tutkun, erkekleri kontrol altında tutmak kadınların görevi, sadece evlilik içinde yapmalarını sağlamak da toplumun sorumluluğu…” (1)

Erkeklerin hayvanca içgüdülerini denetlemeyi bir görev olarak kadına mülklendiren bu yeni Viktoryen zihniyet, aşkı ve cinselliği evlilik kurumu içine hapsederek, ailenin idamesi adına erkeğin her türlü cinsel fantezisini ve aldatma pratiğini de meşrulaştırıyor. Binchy hikâyelerinin kadınları, kendilerinden esirgenen cinsel özgürlüğe kavuşmuş gibi gösteriliyor, ama varlıkları yalnızca bağımlı oldukları erkekle anlamlı. Cinsel arzuları, erkeğin arzu ve beklentileri üzerinden/üzerine kurulu, kendilerine ait bedenleri, cinsellikleri, hazları yok. Tâbi durumdaki konumlarını ve bu durumu yaratan pratikleri, kendi bedenlerini ve özvarlıklarını hiçe sayarak fedakârca onaylıyorlar; çünkü erkekleri çok kıymetli!

“O bir dalavereci ve sürtüktü, bir erkeğin metresiydi ve otele usulsüz olarak, öyle olmadığı halde “Bayan” diye kayıt yaptırmıştı. Ama bütün bunlar önemsizdi. Onunla yatağa girdiği ilk gece, bütün bu etiketleri zihninden silmişti.” (2)
Tüm çaba en iyi, en harika ve yakışıklı erkeği bulmak, onunla “yatağa girerek” romantik hedefe ulaşmaktır. Erkeğin cinsel referansıyla onure edildiği o büyülü anda kadının tüm özvarlığı silinir. Sahi hiç olmuş mudur?

“Grup Seks İstemiyorum, Kocacığım” (3) adlı öykü, yine kadın cinselliğinin ve bedeninin nesneleştirilme temrinine harika bir destek! Karı koca arasındaki “normal cinselliğin” verdiği zevklere bir şeyler eklemeyi, bu cinselliği başka evli çiftlerle paylaşarak ailesinin mutluluğunu korumaya çalıştığını iddia eden kocasının önerdiği grup seks partisini onaylamasa da bunu bir türlü dile getiremeyen ezik, şefkatli, itaatkâr ve fedakâr kadının zaferi! İstemeye istemeye seksi iç çamaşırları satın alan, kuaföre gidip saç baş yaptıran, beğenilmeme korkuları ve kıskançlık içinde kendi bedenine yabancılaştığının farkına varamayan Pat, sıkılacağına mutlu olmalıdır aksine. Etrafta bu kadar sapkın erkek varken “masum, yuvarlak yüzlü” kocası Stuart “yaşını başını almış, orta sınıf, hoş insanlarla eş değiştirmeyi” önermektedir sadece. Hem bu yöntem “içinde yaşanan riya ve ihanet çağında, eşin aldatma ihtiyacını tamamen ortadan” kaldıran sağlıklı ve iyi bir yoldur! Bu tür partilere gidenler, “herkes gibi normal, sıradan, iyi, saygın vatandaşlar”dır ve çabalarının karşılığı kat kat alınıyordur:

“Çocuklar huzurlu bir toplumda, diğer ülkeleri parçalayan savaşların, gerilimlerin ve ayrılıkların uzağında yaşıyordu.”

Kimsenin cinsellik ve cinsel haz umurunda değildir, tüm bu aldatmaca ailenin mutluluğu, toplumun devamı içindir, daha az bencil olmak içindir! Pat bu konuda “çok okumuş ve bunda bir gerçeklik payı olduğuna, böyle bir cömertliğin, kişinin arkadaşları için eşi üzerindeki haklarından vazgeçmesinin, kendi başına bir sevgi işareti olduğuna ikna olmuştu”r.

Kendi varlığını, bedenini, cinselliğini, duygularını işin içine hiç katmaz Pat; seksi iç çamaşırlarıyla, tanımadığı erkeklerin gözünde bir nesneye indirgenecek olması umurunda bile değildir. Çünkü varlığı, kocasının varlığıdır, bedeni onun arzusunun nesnesi, cinselliği, evliliğinin teminatı… Sağlıklı ve iyi vatandaşlarla, ailenin ve ulusun refahı adına Nazi haralarındaki gibi çiftleşecek olmak, onda en ufak bir öfkeye, reddedişe, kendine sahip çıkma isteğine yol açmaz. Kendi kendilerine söylenirler, içlenip hislenirler ama kızgın, öfkeli kadınlar değillerdir Binchy’nin kadınları zaten. Öfke, bir kadının gösterebileceği en “kadınsı” olmayan duygudur.

Bu nezaketli şiddet davetine itaat görevinin bilinci içinde, “çirkin ördek yavrusu” olduğu eski günleri düşünür, haline şükreder Pat:
“Var say ki bu gece, yıllar önce tenis kulübünde katıldığın dans partisi gibi olsun; o gece kimse seni dansa kaldırmamıştı ve seni pistte birlikte ayak sürümeye davet edecek korkunç bir erkeğe müteşekkir olma noktasına gelmiştin.”

Kocasını elinde tutmak için tüm bu karanlık anıları hatırlamalı, uslu kız olmalıdır. Yetmez! Pat, kocasının o “masum yuvarlak yüzüne” bakıp ona acımalı, ondaki saflığı görmeli, kendini daha da değersizleştirmelidir. “Hayal kırıklığı yaşayan bir banka çalışanı”dır zavallı Stuart. “Kariyer perspektifi olmayan bir işte çalışan, ortalama bir karısı, cumartesi günleri birkaç kadeh içkisi, iki tane güzel ama zaman ve para tüketen çocuğu, yerine bir yenisi alınmadığı takdirde büyük masraf yapmayı gerektiren bir arabası olan bir adam.”

Tamamen aşk dolu, sevgi ve empati yüklü Binchy’nin satırları: Zaman ve para kaybı olarak görülen çocuklar, kendini sevmeyen “ortalama” bir karı! Böyle bir erkeğe, grup seks partisi çok görülebilir, hiç itiraz edilebilir mi? Siz söyleyin…

“Onun sadece biraz uyarılmaya, sıra dışı bir şey yaşamaya ihtiyacı vardı; bir koyun olmadığını, yaşlanıp emekliye ayrılmadan, elden ayaktan düşüp ölmeden önce hayatta cesur bir şey yapabileceğini kanıtlamak istiyordu.” (!)
Oysa partiye tam girecekleri sırada ağlamaya başladı Pat; Stuart’ın mükemmel, güçlü, değerli bedenini, kıskandığını itiraf etti nihayet. Kocasının “dar kafalı, bağnaz bir paçozla evli olduğunu” düşünmesini dahi göze alarak:
“Sen çok kıymetlisin. Çok değerli ve heyecan vericisin. Seninle … şeyden… düzüşmekten çok hoşlanıyorum. Seni onlarla paylaşmak istemiyorum. Gitmeyeceğim. Onların kocaları bitli ihtiyarlar, korkunç tipler. Ben sana sahibim. Neden o kadar cömert olacakmışım?”

O “bitli ihtiyarlarla” kendi bedenini, cinselliğini paylaşmaksa, hiç önemli değildir, bundan söz dahi edilmez! Kadının erkeksil bir düzende mübadele edilen meta haline gelişini, ehlileştirilmiş bir feminizm cilasıyla şıpınişi görünmez kılar Binchy. Nihayetinde koca kıskanılmaktan memnun, kıskançlıktan “kaplan kesilen” kadın “mücadeleyi kazanmış olmaktan”; gülerek ve el ele sevgiyle evin yolunu tutarlar. “Kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan ufuklar genişlemişti”r. Evlerinde, seks partisini hayal ederek sevişeceklerdir! İdeal kadının şehvet anlayışı teslimiyettir!
“Sembolik iktidar ve şiddet ona maruz kalanların katkısı ve onayı olmadan işleyemez” der Bourdieu. Sembolik şiddetin belki de kadına verdiği en büyük zarar, çok sıradan ve doğal görünen pratikler üzerinden kendisine dair bir değersizlik ve yetersizlik hissi vermesidir.

Pazara sunulan bir değiş tokuş nesnesine, cinselliği sahibi tarafından yönetilen bir köleye indirgenen kadın, kendi gerçeklerinden uzakta, arzusunu erkeğin arzusu üzerine kursa da, cinselliğini onu elde etmek için sunsa da hiçbir zaman yeterli olamayacaktır.

Kadının, erkeğin seks fantezilerini tatmin edemeyeceği endişesiyle kendini değersiz ve yetersiz hissedişi, stratejik bir tercihi tetikler ve kadınlar bu yetersizliği aşmak için erkekleri bir tür kaçış noktası olarak görürler. Bourdieu’nun belirttiği gibi bu haliyle eş seçimi “rasyonel bir hesap” meselesi haline gelir ve kadınlar iktidar oyunun güçlü oyuncusu olan erkeklere ilgi duyarlar.

“Bakire misin Derdin Var” (4) adlı öyküde de yine, kadının bedeni, özsel varlığı, cinselliği baştan yoksayılırken, seks erkeklerin lütfu olan ve kadını evliliğe götürecek işlevsel ve pornografik bir bayağılık kazanır. Hikâyenin, kültürlü, özgür, güzel kadın kahramanı için cinsellik, “çok hoş bir erkekle” tanıştığı andan itibaren mevcudiyet kazanır. İleride muhtemelen kocası olacak bu kibar ve anlayışlı adamı yatakta mutlu etmeli, bir “dişi kaplana dönüşmelidir” ki “şahane bir salaklıkla onu elden kaçırmasın”!

Nasıl seks yapılır, tecrübe etmeli, “o iş olurken öne arkaya gidip gelmesinin mi yoksa kalçalarını sağdan sola kıvırmasının mı beklendiğini” öğrenmelidir. Saf ve amatör bir bakire olmanın verdiği utançla, kendine acıma ve tiksinme duyguları içinde, bekâretini bozacak erkek arar.

Binchy’nin romanlarında cinselliğin birleşme, bütünleşme olarak tanımlandığı, sevgiyle, erotik aşkla, duyguyla örüldüğü cümlelere rastlamak imkânsızdır; tarifi, “o iş, bu iş, düzüşmek, yatağa girmek” olan bu eylemin, kocalar için zorunluluğu, kadınların güvencesidir. Kadın, uyumluluğuna, işbirlikçiliğine, sadakatine, özdeşleşmesine karşılık, tüm romantik kaderin yüce doruğunda duran adam tarafından okşanıp arzulanır. Bir kadının hayatta başına gelebilecek en iyi şeylerle -düğün, evlilik, balayı, annelik- ödüllendirilir. Aksi takdirde “aldatılan kadın” olur. Hakça olmayan bu sinsi hal, duygusal ve ruhsal şiddet, yalnızca kadın/ın “sorunu”dur hikâyelerin çoğunda. Erkeğin eylemdeki ve süreçteki payı yoksayılarak, yaptığı bu aşağılık “şey”, kadının doğasının parçası olan “şey” haline getirilir.

Öteki kadınlar: Yaşlılar, sakatlar, evli olmayanlar, siyahlar, lezbiyenler

Değerini ve anlamını erkek egemenliğine dayalı beğeni temellerinden alan, söylemini ataerkil söylem içinde eriten Binchy kurmacalarında, erkeği elde tutmak için meleklerin meleği, dünyanın en anlayışlı, en güzel, en affedici kadın olmak da yetmez; “yüz bakımı yaptırmak”, “etlerinin sarkmasına izin vermemek”, “düzenli olarak iyi bir kuaföre gitmek” gerekir. Mitleştirilen güzellik kavramı, erkek egemen toplumu yeniden tesis ederken tüketimle iç içe bir yaşam tarzı dayatır, kadınlar arasındaki sınıfsallığı derinleştirir. Bu retorik, kadınların birbirlerine dostane tavsiyesidir, kulaktan kulağa, yazardan okura işler, sistemi besler…

“Marcella başından beri Shona’nın, makyaj yapar ve saçlarını da modern bir biçimde tararsa çok daha güzel görüneceğini söylemez miydi?”
“Tırnaklarını da yaptır. Hatta takma tırnak kullanmalarını söyle. Aferin, tatlım. Bak bir erkeğin en önem verdiği şeylerden biri bakımlı, uzun tırnaklardır, bunu unutma.” (5)

Tüm şefkatli ve sevgi dolu görünümlerine rağmen Binchy’nin kitaplarında kadınlar birbirine karşı kıskançlık ve haset içindedir. Kaynanalar ve görümceler ile gelinler arasında kavga bitmez bilmez! Kocaların ilk karıları ya da sevgilileri, savaşılacak en tehlikeli yaratıklardır. Anne olmayanlar eksik, evlilik dışı beraberlik yaşayanlar acınasıdır:
“Bana neden evleneceğini söylememiştir sence?
Sen ve Colin evli olmadığınız için olabilir. Shirley çok ince ve duyarlı bir kızdır. Sana acıdığını falan düşünmeni istememiştir.” (6)

Oysa aşk özlem, sahiplenmek, hayran olmak veya tutku değil düşünsel bir eylemdir. Evlilik dışında da yaşanabilir; hatta çağlar boyu tam da böyle yaşanmıştır!

Eril tahakkümün sürdürülmesinde kurumlar tek ve mutlak belirleyiciler değildir. Moda, güzellik, kozmetik ve estetik sektörü de kadınların hem kendi bedenlerine, hem de birbirlerine karşı duydukları kaygı üzerine oynar. Bourdieu’nun belirttiği gibi, kadının fiziksel yetersizlik hissini yaratan şey bu kurumlar değil, kurumları yaratan şey bu hissin onaylandığı pratiklerdir.
“Amy öğleden sonra işten izin almış ve güzellik salonuna gitmişti. Bunu kendisi önermiş ve Ed’in kaygılı yüzü sevinçten ışıl ışıl parlamıştı. ‘Güzel görünmediğinden değil, Amy’ciğim’ demişti, onu incitmekten korkarak. ‘Sadece Bella’ya o kadar bakımlı olduğunu anlattım ki!”(7)
“Saç ve yüz bakımı yaptırmak için randevu almıştı. Alışverişe çıkıp kendine pahalı bir ayakkabı ve çanta satın alacaktı.”(8).

Binchy kadınlarının kendilerini iyi hissetmek için yaptıkları en iyi şey, alışveriş etmek, kuaföre ve güzellik uzmanına gitmektir. Kozmetikler, iç çamaşırları, kürkler, mücevherler, yemekler, çikolata ve şaraplarla, lüks düğünler, davetlerle örülü bu evrende, mutluluklarının ve kurtuluşunun birebir tüketicilikle örtüşmesinden, küresel eşitsizlikten hiç rahatsız olmazlar. Bu karşılıklı çıkar anlaşmasını sistemin değerlerine karşı değil tam da onun içinden üretilen bir feminist söylemle destekler Binchy:
“Filipinlerde yaptırıyor giysileri. ‘Hiç Uzakdoğu’ya gidiyor musun? Giysilerin nasıl yapıldığını görmek için?’diye sordu. ‘Mümkün olduğunca az. Beni kapitalist domuzun teki olarak gördüğünü biliyorum, ama aslında o insanların fakirliklerini, ne kadar az paraya çalıştıklarını görmeye dayanamıyorum. Malların depoya girişini görmek daha çok hoşuma gidiyor.’”(9)

Küresel kapitalizme karşı, sahte bir duyarlık geliştiren, kendini kurtarıcı Batılı özne olarak sürekli onaylayan bu “bilge” kadının kitaplarındaki en esaslı ayrımcılık ve tahammülsüzlük, ırka, cinsiyete ve insan bedenine ilişkin standartlardır. Hoyrat, argo, muhafazakâr, ırkçı, cinsiyetçi, açıkçası kadın düşmanı bir dilin ürünü olan metinlerinde ataerkil dilin söylem kalıplarına sıklıkla rastlanır: “İdeal bir lokma”, “gerçek bir hanımefendi”, “ibne menajer”, “şişko kız”, “dişi şeytan”, “dişi kaplan”, “korkunç yenge”, “sarışın civciv”…
Tüm “ötekiler” arasında en zelili, siyah kadınlar ve lezbiyenlerdir.

“Çok derbeder, kılığı da fahişe gibi gerçekten. Daha tatlı olmaması da garip. Ben hep siyahların daha güler yüzlü ve mutlu olduğunu düşünürdüm.” (10)

“Melisa, Alice ile benim lezbiyen olduğumuzu düşünüyordu. Nasıl oluyordu da Alice ve benim için bunu düşünecek kadar dangalak olabiliyordu?” (11)

Batılı, beyaz, modern, orta sınıf heteroseksüel yani ideal kadın, sınıfsal olarak taşıdığı kültürün, görgünün, ideolojinin bilgisi ve özdenetimiyle yargılar ötekini. “Berbat, kindar ve intikamcı lezbiyen kıskançlık gösteri”leri sergileyen bu kadınların, “melon şapka giymediklerini” “ama herkesin önünde birbirine sataşmak gibi saldırgan davranışlarda bulunduklarını” bilir!

Bedenin cinsel arzu uyandıracak biçimde sergilenmesi ancak alt sınıflara özgü bir kusurdur (“huzursuz ifadeli, esrarkeş bir orospu”); kırkına merdiven dayayanlar “feci yaşlı”, şişmanlık ve sakatlık şaşırtıcı, utanç verici, onur kırıcıdır; bir kadın hakkında ‘şişko kız’ denildiğini duysa utancından yerin dibine girer!
“Ya canı güzel bir bonfile, ciğerli börek ve elmalı turta çeken şişman bir kadınsa? Öyle olsa bile erkekler davet ettikleri kadınların kırılgan ve zarif davranmalarını ister.” (12)

Kapitalist ataerkinin belirlediği güzellik kalıplarına uymayan kadın sadece erkeğin değil, ne yazık ki kadınların söyleminde de aşağılanır.
“Ken bu kadınla yatağa giriyor olamazdı. Ken onunla balayında olamazdı. Bu kadın narin falan değil, düpedüz sakattı.”(13)

Tüm bu çaba, kadının kadına düşmanlığı, rekabeti, öfkesi, bu ötekileştirme, bu sistem çığırtkanlığı ne içindir? Aşk mı, sevgi, özgürlük, kendini gerçekleştirmek mi? Evlilik ve en doğru erkeği bulup sonsuza dek muhafaza etmek mi?
Binchy kitaplarındaki bayağı romantizmin, pahalı tutkunun, özverinin, bağımlılığın, tüketimci güzellik tapınmasının, rekabetin, hesap kitabın aşkla ilgisi yoktur.

“Odayı arayıp ona ‘Seni seviyorum’ dese miydi? Bunu birbirlerine yaparlardı, daha doğrusu ilk başlarda çok yaparlardı. Hayır, salaklıktı bu, karşılığında elde edecek hiçbir şey yoktu.”(14)

Sonunda evlilik ve aile yoksa aşk bir kayıptır! Ne var ki varlığın kutsal nedeni kılınan cilalı aşk imgesinin üstü kazındığında, mülkiyet ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı ekonomik evlilik modeli çıkar ortaya. Binchy’nin aileye ve ona giden yolu açan romantik aşka bu kadar ağırlık vermesi kaçınılmazdır, çünkü egemen olan sınıfsal ve cinsiyetçi ideolojilerin kendilerini gizleyerek en rahat işleyeceği, meşrulaştırılıp yeniden üretileceği ortam ailedir. Binchy’nin kadınları, evliliklerini kurtarmak için her şeyi göze alırlar. Tüm arzuları, o aynı erkek tarafından hayatları boyunca onaylanmak, sevilmek, vazgeçilmez olmaktır.

“Evliliğim İçin Çalarım da Çırparım da” (15) adlı öyküde, kendisini aldatan kocasını geri döndürmek için pahalı ürünler çalan Margaret, emeğinin karşılığını kısa sürede görür. Ödülü, kocası “Harry’nin suçlu suçlu ve sadakâtle gülümsemesi”, “harikulade bir kadınla evli olduğunu”, ama aptallığı yüzünden onu neredeyse kaybetme aşamasına geldiğini itiraf etmesidir:

“’Sensiz ne yapardım bilmiyorum, o kadar hesaplı alışveriş ediyorsun ki’ demişti Harry, yüzü aydınlanarak.”
“Karısına bakıp da ‘sensiz ne yapardım bilmiyorum’ diyen erkek zaten yoktur” der Germaine Greer “İğdiş edilmiş Kadın”da. Karısı zafere ulaşmıştır ama bu bir Phyrus zaferidir. Birbirine bağımlılığı desteklemek için, başlangıçta onları birbirine sevdiren ne varsa, hepsini feda etmişlerdir. Bir bütünlük oluştururlar sonunda, ancak ikisinin toplamı tek bir insan bile ortaya çıkarmaz.

NOTLAR
(1) Bir Dilek Tut Benim İçin, Maeve Binchy, Çev: Lale Budak, Doğan Kitapçılık, 2007
(2) Aldatmanın Böylesi/Her Durakta Aşk, Maeve Binchy, Çev: Zeynep Seymen,
Doğan Kitap, 2011
(3) Grup Seks İstemiyorum Kocacığım/Her Durakta Aşk
(4) Bakire misin Derdin Var/Her Durakta Aşk
(5) (9) (12) Aşk Mutfakta Pişer, Maeve Binchy, Çev: Lale Budak, Doğan Kitapçılık, 2004
(6) Sana Nasıl Şişko Derim?/Her Durakta Aşk
(7) Korkunç Görümce/Her Durakta Aşk
(8) Hadi O Adamı Öldürelim/Her Durakta Aşk
(10) Özel Hayatımdan Size Ne?/Her Durakta Aşk
(11) Lezbiyen Olduğunu Nasıl Anlarsın?/Her Durakta Aşk
(13) Eski Sevgili, Yeni Dost/Her Durakta Aşk
(14) Aldatmanın Böylesi/Her Durakta Aşk
(15) Evliliğim İçin Çalarım da Çırparım da/Her Durakta Aşk


kaynak: http://kritisyen.blogspot.com/2011/05/tek-boyutlu-kadinin-yukselisi.html

Kadın Gücünün ve Bilgeliğinin İkonası - Hande Öğüt


CADI 


Tanrıça, Madonna, Meryem, evdeki melek, büyücü, şeytan, cadı… Tarih boyunca eril iktidar tarafından yaratılan kadın imgeleri arasında cadı, ataerkil toplumun imgeleminden modern çağlarda dahi silinmeyen stereotiplerden biri ve kadınla özdeşleşen bütün stereotipler gibi doğrudan kadının cinselliğiyle ilişkili... Ataerkinin kuruluşundan bu yana, yetişkin bir dişillikle ilintili cadılık kovuşturuldu, çocuksu ve işveli kadınlıkla bağlantılı tatlı cadılık ise özendirildi, arzu edilir bir ikon olarak popüler kültür tarafından meşrulaştırıldı. Kadın cinselliğine duyulan arzu ile korku arasındaki eril bölünmenin ifadesi oldu cadılık hep… Cadılarla ilgili ilk bilgileri veren Ortaçağ yazmalarından romanlara, tarih kitaplarından tiyatro eserlerine kadar geniş bir literatüre sahip olan bu “kurum” çerçevesinde kadın daima korkulası ve cezalandırası bir vahşi güç olarak belirlenir. Doğal iyileştirici, büyüleyici ve kuşaklar boyunca anadan kıza aktarılan sırların taşıyıcısı olan kadın, cadı avı ideologları tarafından günahkâr (günah doğayla eşanlamlıdır), cinsel olarak denetlenemez, doymak bilmez ve erdemli erkeği baştan çıkarmaya hazır bir kötülük timsali olarak aşağılanır. Doğaüstü güçler ve bastırılmış cinsellik ayrılmaz şekilde birlikte işlenir. Kadın doğasında varolan vahşi yetenekler ve bilgelik, şeytan tarafından ele geçirilmişliğin göstergesi olarak değerlendirilir ve bu durum kendini saldırgan cinsel davranışlarla ifade eder. İğdiş edici canavar kadın olarak erkeklerin iğdiş edilme korkusunun odaklandığı cadı, din ve eril cinsellik gibi ataerkilliğin iki önemli unsurunu tehdit eder. Dolayısıyla kontrol altına alınmalıdır. Korku sineması ve edebiyatı 50’lerden itibaren cinselliklerini kullanarak erkekleri tuzaklarına düşüren, aileyi, dinsel değerleri, erkeğin cinselliğini ve otoritesini tehdit eden dişi canavar imgesinden faydalanmıştır. Cadı genellikle “ötekidir”, asıl olan ise uysal, masum, dilsiz, iyi yürekli kadın... Bu janra dahil hikâyelerin sonunda dişi canavar yok edilerek cezalandırılırken eril kaygılar yatıştırılır ve ataerkil sistemin devamına olan inanç pekiştirilir.

Cadıların Çekici
17. yüzyıl cinsellik perspektifinde cadılık, cinselliğin dizginlerinden kopması olarak görülür. Klasik cadılık prototipinin şekillendirilmesi yönündeki ilk sistematik yaklaşım, 1486’da sorgu hâkimleri Jacob Sprenger ile Heinrich Kramer’in cadı avcıları için yazdıkları Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici) adlı kitaptır. Hıristiyanlık içinde demonolojinin, yani cin ve şeytan bilgisinin klasik ansiklopedisi olan ve otoritesini 300 yıl boyunca tüm Avrupa'da sürdüren kitaba göre “bütün cadılık etle bağlantılı olan zevkten kaynaklanıyor, bu zevk kadınların bir türlü doyamadıkları şeydir. Bundan dolayı bütün zevklerini tatmin etmek için şeytanla bağlantı kurarlar.”
Malleus Maleficarum'da anlatılan demonoloji, cadıların gücünü onların şeytanla ilişkilerine, özellikle de cinsel ilişkilerine bağlayan sistematik bir kurum oluşturur. Bir Batı Avrupa fenomeni olan 15. ve 16. yüzyıl cadı algısı, tamamen şeytanla işbirliği yapan, ruhunu şeytana satarak doğaüstü yetenekler elde eden kadınlar üzerinden kurgulanmış bir algıdır. Klasik cadılığın merkezinde cadıların doğaüstü yeteneklere ve güçlere sahip olabilmek için şeytanla bir sözleşme yaptıkları inancı yatar. Bir kadının erkek ayrıcalıklarını kullanmasından duyulan büyük korku, baştançıkarıcılığı ve doğurganlığından duyulan endişeyle birlikte cadı takıntısının iki boyutunu oluşturur. Cadılık ve büyülü güçlerle kadınlar arasında bağlantı kurulmasının en büyük nedeninin, kadının sahip olduğu ve erkeklerin akıl erdiremediği gizemli yaşam verme, doğurma yeteneği olduğunu belirtir Campbell. Çünkü dişi bedende biyolojik bir ritm vardır. Kadın cinselliğinin zamansallığı evrenin zamanına, kozmik zamana, aya, güneşe, dalgalara ve mevsimlerle bağlı başka bir tür ekonomi içinden kurulur. Bu döngüsel zaman, birçok uygarlığa ait mitlerin ve özellikle de mistik tecrübenin zamanı olan anıtsal zamanla birlikte, çizgisel zamandan başka türlü anlamlar, dişil anlamlar ifade eder. Vahşi (wild) sözcüğü gibi cadı (witch) sözcüğü de bir aşağılama niyetiyle kullanılmıştır tarih boyu… Oysa cadı, yaşlı ya da genç şifacılara yakıştırılan bir addır ve kökeniyse, akıl, bilgi anlamına gelen wit sözcüğüdür. Ancak eski vahşi anne dinlerine baskın çıkan tek tanrı dinlerinin görüşünce, kadının doğanın şifalı bilgisine sahip oluşu, cadılıkla suçlanmasına yetip artacaktır bile...

Modern cadılar, Wicca’lık ve ekofeminizm
1749’da başlayan cadı tartışmalarına dahil olan en etkili teorisyen Jules Michelet, Büyücü adlı kitabında kendi radikal çizgisini ortaya koyabilmek için cadılıktan faydalanır. Özgür ruhlu, iktidar karşıtı, kadın yanlısı, doğa tutkunu romantik bir figür olarak ortaçağ ikonografyasına eklenir böylece. Cadıların tanrısı olarak hem pagan doğa tanrısı Pan’ı, hem de Hıristiyan Şeytan’ı belirler Michelet. Bu şeytan, nihai isyancı, “suçluların da suçlusu” ve tam bir anti kahramandır. Ona tapınan cadılar, özgürlüğün neşeli savunucuları ve vahşi doğanın bekçileridirler. Masallardaki cadılıkla değil, modern pagan cadılıkla ilgilenen Lois Martin’in Cadılığın Tarihi-Ortaçağ'da Bilge Kadının Katli adlı kitabında belirttiği gibi Michelet’nin, romantikleştirilmiş ortaçağ köylü cadısı, 19. yüzyıl radikalizm ruhunu üzerine geçirmiş olmakla beraber daha sonraki bir dizi versiyonu da etkiler. 1890’larda Amerikan kadın hakları savunucusu Matilda Joslyn Gage, Michelet’den esinlenerek kendi bilge köylü kadınını, kadınların bedenleri, akılları ve ruhları üzerine girişilen bir savaşta Kilise ve Devlet’in güçlerinin karşısına çıkarır. Kadınların rolünü iyileştiricilere ve Toprak Ana’nın kutsal sayıldığı geçmişin anaerkil döneminin adil rahibelerine indirgeyerek, düzenin erkek egemen güce karşı durmaya kararlı bir düşman olarak tasvir eder kendi cadısını. Gage’in cadısı daha sonra 1970’lerdeki radikal pagan feminist düşüncede yeniden ortaya çıkar ve Amerikan Kadın Hareketi’nin mitolojisinde kadın gücü ve bilgeliğinin ikonası işlevini üstlenir.
Tanrıça ruhsallığının önemini vurgulamaya meyil gösteren neopagan dinler, kadına ve kutsal dişiye yönelik geleneksel dinlerin düşmanca tutumlarını sorgular. Dianik Cadılık (Dianic Wicca) kaynağı radikal feminizmde olan bir dindir; Wiccalık ise panteist pagan inanışlarına dayanan, doğa tabanlı bir inanç sistemi... Doğada tanrısal bir güç bulan ve ekofeminist duyarlık taşıyan Wiccalar, taşlara, kristallere, bitkilere kutsal bir anlam biçerler, doğayla uyum içinde yaşar, ekolojik dengenin sağlanması için çalışırlar. Temel amacı, gezegeni tehdit eden yıkıcı pratiklerin önüne geçecek, yeryüzü temelli yeni bir bilinç geliştirmek olan ekofemistlere adeta ilham olmuştur cadı kültü. Kültürel ekofeminisler doğayla özdeşliklerini çeşitli sanatlar yoluyla dile getirirken, mitlerin anlatımına yönelir, cadı meclislerini yeniden canlandırırlar. Gizemsel kaynaklara, tanrıçaya tapınmaya, paganizme, büyücülüğe veya eski yeryüzü temelli dinlere yönelir, organik yiyecek birlikleri oluşturur, barış kampları düzenler, doğrudan çevre eylemlerine katılırlar. 70’lerde oluşturulan Pagan Federasyonu’nun başkan yardımcılığı görevini yürüten ve kendi kurduğu Hearth of Hecate derneğinin başrahibeliğini yapan Kate West, modern Wicca’lardan biridir. Cadının Mutfağı adlı kitabında Wicca’nın temel prensiplerini anlatır, tütsü, mum ve sabun yapımından yemek tariflerine, bitkilerden yapılan çay ve içeceklerden losyonlara kadar doğal malzemelerle hazırlanan pek çok şifalı karışımın reçetesini verir. Adını cadı avlarının doruğa çıktığı 16. yüzyılda John Knox isimli bir rahip tarafından dağıtılan kadın düşmanı risalelerden alan “Monstrous Regiment Theater” adlı feminist tiyatro grubuysa Vinegar Tom’da dört kadının cadılaştırılması ve sonunda asılmasını anlatır. Oyunda kadınların cadı olarak görülmesine neden olan özellikleri erkeksiz bir hayat seçmeleri, kürtaj yapmaları, sevişmekten haz almaları ve şifalı otlar pişirmeleridir.
12. yüzyılda başlayıp 15. yüzyılda zirveye çıkan, hatta 18. yüzyılda dahi varlığını sürdüren cadı avlarının en büyük nedeni, erkeklerin yapabildiklerini yapabilen kadınların varlığıdır.
Yeni oluşmakta olan "erkek bilime" kadın fikrinin girmesinden büyük bir korku duyulur. Bundan dolayı simyacıların görüşlerini erkek bilimciler, tam olarak reddetmeseler bile onu "temiz olmayan" görüşler olarak açıklayıp, "tertemiz" (kadınsız) bir bilim yaratmak istedikleri için reddederler. Kilise zaten doğuşundan bu yana anaerkil toplumsal yapıyı yıkabilmek için sürekli çaba harcamıştır. Cadılık dünyevi bir sorun olarak görülmüş ve davalar şehir mahkemelerinde yürütülmüştür Ortaçağda. Çoğu cadılık suçlamasının ardında, cinsel güç, şifacılık, ebelik, büyücülük gibi bahanelerin yanı sıra mirasa ilişkin kaygı ve rekabetlerin yattığı da bilinir. Suçlanıp mahkûm edilen kadınların, kendilerine kalan mirası erkek akrabalarına geçirmeyi kabul etmeyip haklarını savunmalarıdır cadılıkla yaftalanmalarının nedeni... Salem cadı yargılamaları, Fatmagül Berktay’ın Tarihin Cinsiyeti’nde belirttiği gibi, kadınların gayrıresmi güçlerinin etkisini ve aynı zamanda da sınırlarını ortaya koyar. Suçlayıcılar, suçlananlar ve tanıklar olarak kadınlar, bu büyük toplumsal çalkantının tam merkezinde yer alırlar ama erkeklerin oluşturduğu siyasal ve dinsel seçkinlerin elindeki resmi iktidar ve güç odağının dışında, ekonomik ve toplumsal bakımdan bağımlı ve silahsız durumda kalmaya devam ederler.

CADILARIN ESAS SUÇU: AKTİF CİNSELLİK
Kadınlar, ana tanrıça olarak Bakire Meryem’in şahsında cinsiyetsizleştirilip, kötücül baştan çıkarıcı Havva’nın şahsında kötülenirken, gerçek kadınlar da cadı diye yakılıyordu. Horkheimer cadı avlarını, “bir cinsel gruba karşı gerçekleştirilmiş en korkunç terörizm” olarak adlandırıyordu. Kilise doktrini, kadının bozuk ve günahkâr bir doğası olduğunu iddia ediyor; erkek egemen dünya bu ideolojiyi kadına karşı şiddet uygulamanın gerekçesi olarak kullanıyordu. Ondördüncü yüzyılda başlayan cadı avları, onsekizinci yüzyıla, akıl çağına kadar sürdü. Avrupa, İngiltere ve Kuzey Amerika’da cadı avları gerçekleştirildi. Cadılara akla gelecek her tür suç atılıyordu gerçi ama esas suçları “aktif cinsellik”ti. Kilisenin gözünde cadının gücü cinselliğinden geliyordu; bir kadının cadıya dönüşmesinin şeytanla girdiği haz verici cinsel birleşme ile gerçekleştiğine inanılıyordu.
Jagentowicz Mills, Woman Nature and Psyche
(Metis Ajanda 2007, Metis Yayınları; Hazırlayanlar: Emine Bora, Müge G. Sökmen)

CADININ KİTAPLIĞI
Cadılığın Tarihi: Ortaçağ'da Bilge Kadının Katli/Lois Martin, Çev: Barış Baysal, Kalkedon Yayınları, 2009
Cadıların Günbatımı/Ahmet Güngören, Ayraç Yayınevi, 2008
Cadı Kız/Celia Rees, Çev: Reşit Arnık, Çitlembik Yayınları, 2006
Tarihin Cinsiyeti/Fatmagül Berktay, Metis Yayınları, 2006
Büyünün Cadılığın ve Okültizmin Tarihi/W. B. Crow, Çev: Fulya Yavuz, Dharma Yayınevi, 2002
Ortaçağ Avrupası'nda Cadılar ve Cadı Avı/Haydar Akın, Dost Kitabevi, 2001
İnekler, Domuzlar Savaşlar ve Cadılar/Marvin Harris, Çev: M. Fatih Gümüş, İmge Kitabevi, 1995
Cadılar Büyücüler ve Hemşireler/Barbara Ehrenreich, Çev: Ergun Uğur, Kavram Yayınları, 1992


kaynak: http://kritisyen.blogspot.com/2010/01/kadn-gucunun-ve-bilgeliginin-ikonas.html